+ ISLAMGREEN34 NEW WORLD » BİLİM __________________________________________________________________________________________ » BİLİM TARİHİ ve ÇEŞİTLİ BİLİMSEL KONULARA AİT AYRINTILI DÖKÜMANLAR (Moderatör: İman_Power)
 İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 1. BÖLÜM KONU İÇİN TIKLAYINIZ

Kullanıcı Adı: Beni Hatırla?
Şifre:
Sayfa: [1]
Konu: İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 1. BÖLÜM KONU İÇİN TIKLAYINIZ  (Okunma Sayısı 34386 defa) Seçenekler Arama
« : Eylül 17, 2008, 04:39:12 ÖÖ »
admin
Ziyaretçi
İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 1. BÖLÜM KONU İÇİN TIKLAYINIZ

İSLAM - METAFİZİK İLE İLGİLİ
KONU İÇİN LÜTFEN ALTTAKİ LİNKİ TIKLAYINI Z

http://www.islamgul.tr.gg   
   
http://site.mynet.com/hayy68/
 
 
TASAVVUF VE LETAİF 1. BÖLÜM İLE İLGİLİ
KONU İÇİN LÜTFEN ALTTAKİ LİNKİ TIKLAYINI Z

http://www.google.com.tr/search?hl=tr&source=hp&q=TASAVVUFTA+LETA%C4%B0F+MERTEBELER%C4%B0&aq=f&aqi=&aql=&oq=


http://www.dervisler.net/forum/index.php?topic=11901.0
 
Letaifler (kalp,ruh,sır,hafi,ahfa ve nefis)
« : 24-Mayıs-2009:Pazar 13:36:40 »
Nefis ve şeytanın, insanı kahretmek için ilk meşgul olduğu yer sadır,dır. ''O sinsi vesveseci nin şerrinden (insanların rabbine sığınırım), o ki, insanların göğüslerine vesvese verir durur. gerek cinlerden, gerekse insanlard an olsun.''(nas 4-6)

İbn-i Sina : ''Nefsin ilk ilgilendiği, sine ve gönüldür. Gönlü istila ettikten sonra, kalp aracılığı ile diğer azalara yayılarak onları ifsat eder.''der.
İmam Gazali ,kalbi bir kuyuya ;el, ayak, göz, kulak vs'yi pis olursa, kuyu necasetle dolar. Temiz, berrak sular akarsa bal olur. İşte bu sebeple mürşid-i kamiller; kalbi, nefis ve şeytanın tasallutu ndan kurtarmak için zikir telkinind e bulunurla r.

İmam Gazali ''Dikkat ediniz, (halk) yaratma da, emir de O'unundur.''(araf:54) ayetinde geçen ''Halk'' (yaratma) kelimesin i; su, hava, ateş, toprak ve nefisten ibaret olan bu benden olarak(alemi halk); emir kelimesin i de, ''alemi emir'' olarak anlar. Kişi sadırda bulunan kalp,
ruh, sır,hafi ve ahfay'yı zikirle ihya ederek,''Onları, Allah karanlıktan aydınlığa çıkarır''(bakara 257) Kelam-i İlahi'si doğrultusunda ; küfürden, nifaktan, şehevi ve hayvani duygulard an, şek ve şüpheden, tereddütsüz imana İslam ve ihsana(Allah'ı görür gibi taat yapmaya) kavuşturur.

Sol memenin 4 parmak altında bulunan, nuru sarı, Adem (a.s)'in kedemi, ayağı altında olan kalp; zikirle, bilhassa rabıta ile, Hakk'ın feyzini mürşid-i kamilin arş-ı azam olan gönlünden içerek yanar, batar ve şiddetle vurmaya başlar, tarif olunmaz bir zevk hasıl olursa; mükafatını bizzat
Rabbimizi n ihsan buyurduğu, dil hareket etmeden yapılan, Sıddık-ı Azam'a öğretilen kalp zikri talim edilir ehlince. Sağ memenin 4 parmak  altında, kırmızı renkte nuru olan Nuh (a.s)'in kademi altında yeralan ruh bulunur. Kalbin 2 parmak üzerinde , nuru beyaz olan, Musa (a.s)'nın kademi altında bulunan yerde sır;
ruhun 2 parmak üstünde, nuru siyah, İsa (a.s)'ın kademi altında hafi; döşün tam ortasında yerini alan, nuru yeşil olan, Cenab-ı Muhammed   Mustafa (sav)'in kademi saadetler in altında ise ahfa bulunur (bildiğim kadarıyla fena fir rasul bu mertebede olunur) Bu merkezler de kalpteki gibi haller olur, bu merkezler zikre başlarsa
o vakit, ''Onların sadırlarında, içlerindeki kin namına (hasetlik ve her türlü ahlaki rezalet) ne varsa hepsini söküp atmışızdır'' (araf:43) buyrulan cennet ehlinin halleriyl e hallenir derviş. Şeytan ve nefsin istilasından sadır ülkesi kurtulur biiznilla hi teala. Hükmü altında bulundurd uğu sadır ülkesini kaybeden, alnın ortasında yerini alan
nefis de, ister istemez teslim olur. Manen, kılıç elinde gelen mürşid-i kamilin katletmes iyle kötülüğünü atan nefis, Allah'ı zikirle durulmaya başlar. '' Gerçek kurtuluş bulmuştur onu (nefsi) temizlikl e parlatan. ''(şems:9)
 
Emir aleminin zikrinden sonra, halk alemi (su, hava, ateş ve toprak) diye belirtile n beden de zikr ile nura kavuşmaya başlar. Vucudun her zerresi de zikrullah a geçerek, zikr-i küll olur benden. Çam kozalağı gibi düşünülen vucut; ani, tepeden tırnağa boyanarak zikr-i sultani olur. Nurdan yaratılan ruhla, kötülüğün menbaı olan nefis, zikir sayesinde
birbiriyl e anlaşır ve bedende sulh temin edilir. Zaten tasavvufu n anlamı da budur.

                             Letaileri n Nurlarının Görülmemesi

Bütün letaifler in nurları vardır. Yalnız bu nurlar helal lokma yiyen insanlard a görürülür.
Bu zamanda ise, insan, faizi yemese bile faiz ile muamele görenin bir çayını içtiğinde manen bozuluyor .Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Yiyecekle rde bozulmala r çok. Helal-haram gözetilmeden üretilen yiyecekle rden kaçınılmasını şiddetle tavsiye ediyoruz. Bunlar çok etki yaptığı için, letaif derslerin de nurlar görülmeden dersler geçiliyor.


                             Afak ve Enfüs (İç ve Dış Alem)

Her ne kadar letaif dersleri bir bir aşılıyorsa da yine de bunların geçilmesi salik için yeterli değildir. Bunun ötesinde on sekiz bin aleme açılmak gerekir. Nefsin yedi mertebesi, ruhun beş mertebesi, sırrın da altı mertebesi toplamında on sekiz mertebe ediyor. Bu alem, on sekiz bin alem. İnsana da alemi suğra deniyor. Bir alemi ekber var;
dışımızdaki alem, buna afak diyoruz. Bir de içimizdeki bir alem var buna da enfüs diyoruz. Nil, Seyhan, Ceyhan vahdet denizine akar ve kendisind en bir eser kalmaz. Bu mertebele rde, çalışmaya göre, fena halleri, beka hallari, vahdet-i vucud ve vahdet-i şuhud halleri zuhur etmeye başlar. Bu,on sekiz mertebeni n yanında bir de her letaifin
kendi arasında biner perdesi vardır.Bunlar geçildiğinde derviş on sekiz bin aleme kendini açmış oluyor. Mesela kalbin, o yanıp batması, vurması, normal halinde zevkiyle birlikte kendi içinde bin hicap, bin tane perdesi var. Bunlar da geçilecek. Nasıl geçilecek? Dillehabe r verilemez ki O,kalbin hallerind endir. Ancak böyle izah edebiliri z.


Kaynak: Manevi Yolculuk
        Seyr ü sulük
        Ali Ramazan Dinç   

http://www.islam-tr.net/islam-tr-net-uyariyor/17303-mitolojik-din-tasavvufta-cevher-letaif-sapikligi.html

MİTOLOJİK ŞİRK DİNİ TASAVVUFT A -LETAİF VE CEVHER
(FENAHİŞŞEYH MERTEBESİ V.S)


İNSANDA LETAİF
&
TASAVVUFT AKİ LETAİF DERSLERİ


Letaif ; Arabça 'Latife' kelimesin in çoğulu olup "Latifeler" anlamındadır. Latife insan vücuduna yerleştirilmiş manevi, nuranî cevherler e verilen isimdir.


Gizli, sırlı ve iç bünyede saklı cevherler olan Letâif, baş gözüyle görülmezler, ancak gördükleri vazifeler den varlıkları anlaşılır. İnsanın aslı bunlardır. Bu cevherler mümin-kafir her insanda mevcuttur . Kâmil mürşidler bu cevherler i ilim, tecrübe ve müşahede ile tanıyıp yerlerini ve görevlerini tespit etmişlerdir.


Latife, Kur'an-ı Kerim kaynaklı insanın psikospir itüel duyuüstü melekeler inden her biridir. Gelenekse l Çin tıbbında akupunktu r meridyenl eri veya şakraları andırır.

Cenab-ı Hakk (c.c) insanı on asıl şeyden yaratmıştır. Beşi mahlukat alemi denilen hâlk aleminden dir. Bunlar toprak, su, hava, ateş ve nefstir. Bunların başkanı ve hakimi nefstir.


Âlem-i emrden olan letâif, rûhani ve nûrani, âlem-i halktan olan letâif ise cismâni ve zulmânidir.

Bir mü’minin nefsi, yedi sıfatında terakki edebilmes i için vücûdunun müştemil bulunduğu letâif-i seb’a denilen letâifin de; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lazımdır.

O yedi sıfat da: Kalp, Sır, Ruh, Hafi, Ahfa ve Nefs-i natıka ile tüm bedendir. İnsanı diğer canlılardan ayıran fark âlem-i emrden olan rûhâni ve nûrani letâif-i hamse (letaifden beş tanesi) kalb, ruh, sır, hafi, ahfa âlem-i emrdendir . His, hayal, yön ve mekanla sınırlanmayan, mesafe ve maddesi olmayan, Allah’ın ‘ol’ emri ve iradesini n tecelli etmesiyle yaratılan şeylerden oluşan Âlem-i emr(=emir alemi)'den olan letâif, rûhani ve nûranidir.

Nefs ile cesedin ihtiva ettiği anâsır-ı erbaa (=Dört Unsur) –ki ateş, hava, su ve toprak- da Ölçü ve hesap ile bilinebil en, gözle görülen ve inceleneb ilen cisimlerd en oluşan âlem-i halktandır. Halk aleminden olan letâif cismâni ve zulmânidir.

Diğer beş unsur ise, asılları alem-i emirden olan insani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfadır. Bunların başkanı ve hakimi kalptir.



Allah, kudreti ve hikmetiyl e aşk yoluyla her iki alemin latifeler inin aralarını birleştirmiş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki bunlar birbirind en ayrılmak istemezle r. Bu aşktan dolayı hâlk aleminin latifeler i emir aleminin latifeler ini hükmü altına almıştır.

Letaifin Vücudda YERLEŞİM Yerleri:



1. Kalb, sol memenin dört parmak altındadır. İlahi huzur ve tecelliya t mahâllidir.

2. Ruh, sağ memenin dört parmak altındadır. İlahi aşk ve muhabbet mahâllidir.

3. Sır, sol memenin iki parmak üstündedir. İlahi marifet mahâllidir.

4. Hafi, sağ memenin iki parmak üstündedir. ilahi tecelli ve nurlar içinde kaybolma mahallidi r. Buna istiğrak denir.

5. Ahfa, göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidi r. Gizli ilimler ve tecellile r merkezidi r. Burada elde edilen duruma izmihlal denir.

6. Nefs-i natıka (külli) latifesin in yeri iki kaşın ortasıdır.

7. Nefs-i Külli ( Tüm Beden ) : Sultani Zikir Makamı.

Kalb bütün latifeler in merkezi olup "Ruh"un sarayıdır. Ruh kalbde egemen olunca, bedeni "Ruh"un emirlerin e göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Kalbde yakîn nûru parlamaya başlayınca dünya hayatı fâni ve değersiz görünür. Çünkü kalb, marifetul lah nûrunun parlayacağı yegâne mahaldir ki, iman güneşi o burçtan doğar. Bütün ilâhi sırlar orada gizlidir. Kalbde o hakiki, lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellini n nurlu eserleri insanın bütün azalarında zâhir olur. O zaman kulluk vazifeler ini; derin ve derûni bir zevk ve neş’e içinde seve seve îfa eder. Kalbin salahının cesede sirayetin i Buhari’deki şu Hadis-i Şerif izah etmektedi r: “Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır ki, o et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzalar sağlam olur. Eğer o fasid olursa bütün cesedi bozulur. O et parçası kalptir.”

Terbiye olmamış nefs, devamlı kötülüğü emreden sıfatıyla kalbi tamamen hükmü altına aldığı zaman, kalbden Allah için hiç bir hayırlı amel çıkmaz. Bu durumda ruh da, nefsin arzularına bağımlı hâle gelir. Artık kalb ve ruh asli vazifeler inden uzaklaşmış ve ölmüşçesine gaflete düşmüş olurlar. Bu hâl kalbin perdelenm esi ve günahlarla kararmasıdır.

İnsanın bu durumdan kurtulması için çok ciddi bir tedaviye ihtiyacı vardır. Bu tedavinin en güzel ve en kolay yolu bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe alıp, kendisine intisap edip manevi terbiyede n geçmektir.

Mürşid-i kâmil, kendisine intisap eden müride önce güzel bir tövbe yaptırır. Sonra zikir telkin eder. Letaifler i hakiki vazifeler ine döndürmek gevşemeyi gidermek için onların zikir nurları ile aydınlanması, temizlenm esi ve beslenmes i gerekir.

ZİKİR VE LETAİF

Zikrin nuru ilk olarak kalbe, sonraları diğer letaife sirayet eder. Zikre devam edildiğinde kalpten Allah’ın sevmediği ve razı olmadığı düşünceler silinip gider. Zikir kalbe iyice yerleşince her hâlde zikretme hâline geçer, böylece gaflet yok olur. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.

Vücuttaki su unsurunun nefsin kötü sıfatlarından birisi olan nifak özelliği ile irtibatlıdır. Suda, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat, insana münafıklık olarak yansır ve iki yüzlülük meydana gelir. Ancak bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile alçakgönüllü olmaya dönüşür. Kalbden nifak ve yalancılık gider, yerini samimiyet ve mertlik alır.

Ateş unsurunda n kaynaklan an zulüm ve hiddet sıfatı, İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayret, ince davranma ve rahmani taraftarlığa dönüşür.

Hava unsurunda n ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfat, izzet, vakar ve heybete dönüşür.

Toprak unsurunda n kaynaklan an tembellik, uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve itidal sıfatına dönüşür.

Letaif Zikri

Nakşbendî tarikatında silsileyl e gelen zikir hafî (gizli-sessiz) zikir, yani kalb ile yapılan zikirdir. Bu da Zat ismi olan ism-i Celâli "Allah" "Allah" diye kalble zikretmek tir.

Hadîka'da der ki: "Zikrin birçok âdabı vardır. Fakat biz onların en önemli olanlarını ve mürid için herhalde lâzım olanları söyleyeceğiz: "Önce beden temizliği geliyor. Allah'ın emrettiği şekilde temizlen. Sonra kalbini heva, hırs, şehvetlere düşkünlük ve mâsivâya eğilim göstermekten istiğfar ile temizle. Sonra güzelce abdest al, halvethan ene gir. İki rek'at abdest-şükür namazı kıl. Dua et ve namaz kılarken yaptığın gibi kıbleye doğru otur. Dilinle istiğfar ederken kalbin de istiğfar etsin. (Verilen sayı kadar).

Sonra alabildiğine bir mahviyet, inkisar ve huşu ile kusurlarını ve günahlarını hatırla. Sonra çok yakında muhakkak gelecek olan ölümünü gözün önüne getir. Şu anda alıp verdiğin nefesleri ni dünya hayatındaki son nefesleri n olarak kabul et. Kabre yalnız başına konulduğunu ve orada bırakılıp gidildiğini bütün safhalarıyla düşün.



Sonra bir defa Fatiha-i şerifeyi ve üç defa İhlâs-ı şerifi okuyup sevabını Hazret-i Nakşbend kuddise sirruh'un rûhâniyetine hediye et. Sonra mürşid-i kâmilin simasını kendi nâsiyene bağlı olarak düşün. Gözlerini kapa, dilini damağına yapıştır, dişlerini dişlerine , dudaklarını dudaklarına yapıştır. Nefesini kendi haline bırak. Sol memenin altında bir et parçası olan kalbine yönel. Zikrinin mânâsını derinden derine düşünerek Hak Teâlâ hazretler inin Zât ismini zikret. Zikrin başlangıcında kalb diliyle zikreder.



Eğer bir ihtiyaç için konuşmaya mecbur olursan zikrini kesmeden birkaç kelime konuş ve devam et. Hiçbir an kesilmeme si gereken bu zikre Nakşbendî büyükleri "vukûf-i kalbi" derler. Eğer bu layıkıyla yapılırsa kalb zikrettiğini müşahede ederek rüsuh peyda eder."

KALB ZİKRİ

Zikir dersi isteyen müride ilk olarak kalp zikri verilir. Kalbin üzerinde Lafza-i Celal (Allah) zikri çekilir. Bu zikrin sayısı mürşid tarafından bildirili r. Bu sayının altına düşülmez; üzerine de çıkılmamalıdır. Hafi zikrin nasıl çekileceğini bizzat mürşid veya görevlendirdiği vekili tarif eder. Bu zikir şu şekilde yapılır:

Mürid, abdestli olarak kıbleye karşı adab üzere oturur. Zikre başlarken, günahların kalbi sardığı, bu hâlle gerçek zikrin çekilemeyeceği, ilahi yardıma muhtaç olduğunu düşünerek 25 defa estağfirullah der. Peşinden Fatiha okuyup bağışlar.

Kalbin uyanması, toplanması ve zikre hazırlanması için biraz (beş dakika kadar veya daha kısa) mürşid rabıtası yapar, mürşidden manevi destek ve feyz bekler. Sonra, sağ elindeki tespihini elinin başparmağı ile orta parmağını birleştirip sol memenin dört parmak aşağısındaki insani kalbinin üzerine kor. Dilini damağına yapıştırıp şehadet parmağı ile tespihi çevirirken kalbiyle "Allah", "Allah" ,"Allah" ... diye zikreder.

Yüzlük tespihi sonuna kadar çevirince, diliyle kendi duyacağı bir sesle: “ilahi ente maksûdî ve rızâke matlubî” der. Bunun anlamı şudur: ‘Allahım! Benim maksadım sensin, aradığım ise senin rızandır.’ Bu duayı her yüz zikirden sonra söyler. Bunu söylerken, aynı anda bu sözünde sadık olmadığını, nefsinin yalancı olduğunu düşünür. Tekrar azimle zikrine devam eder.

Virdin sonunda, "dersimi hakkıyla yapamadım" diye üzülür, Allah’ın rahmetine güvenir, zikir esnasındaki kusurları için 25 defa estağfirullah der ve gözlerini açar.

Vird esnasında rabıta yapılmaz, bu tehlikeli dir. Virdde kalb sadece zikre bağlanır; alemlerin Rabbini zikrettiğini düşünür, bütün dikkatini kalbindek i zikirde toplar.

Kalb zikrinin sayısı ancak salikin mürşidi tarafından arttırılabilir. Alınan bir zikrin vücuda yerleşmesi ve vücudun zikre alışması için en az kırk günden dört aya kadar çekilmesi güzel olur. Ancak özel durumlar ve gelişmeler olursa bu süreden önce de mürşide veya vekiline danışılır. Bundan sonra gerekirse salikin mürşidi tarafından zikrin sayısı arttırılır.

Kalb zikrinden sonrası diğer Letâif virdlerin e geçer ve bu geçiş zamanını mürşid belirler.

Sonra zikrini Ruh'a nakleder. Latîfe-i ruh, göğüste sağ memenin altındadır.

Sonra zikrini Sırr'a nakleder. Latîfe-i sırr, göğüsün sol tarafındadır.

Sonra Hafî'ye nakleder. Latîfe-i hafî, göğüsün sağ tarafındadır.

Sonra Ahfâ'ya nakleder. Latîfe-i ahfâ, göğüsün tam ortasındadır.

Muhammed Ma'sum kuddise sirruh hazretler i el yazısıyla şunları yazmıştır: "Bu letâiflerin nurlarına gelince: Latîfe-i kalbin nuru sarı, Latîfe-i ruhun nuru kırmızı, Latîfe-i sırrın nuru beyaz, Latîfe-i hafînin nuru siyah, Latîfe-i ahfânın nuru yeşildir.

Bu beş letaif (letâif-i hamse), Cenab-ı Hakk'ın "kün" yani "ol" emriyle yarattığı âlem-i emirdendi r ki maddeden yaratılmamıştır. Cenab-ı Hak, bunları maddeden yarattığı halk âleminin beş latifesiy le terkib etmiştir.

Sonra zikrini beyindeki nefs-i natıkaya nakleder. Sonraki letaif de nefs-i natıka ve bağlı olduğu maddi bedendeki dört unsur olan toprak, su, hava, ateşdir. Bu dört unsurun tümü nefs-i natıkada dürülüdür.

SULTANİ ZİKİR: Bu yerlerden her birisi, yukarıda zikredile n tertib üzere zikir mahallidi r. Zikir, latife-i nefs-i natıkada yerleşince latîfe-i cesede intikal eder. Bu da zikri, bedenin tamamıyla yapmaktır. Artık o hale gelir ki bedeninde ki bütün zerreleri yle zikreder. Zikretmey en hiçbir uzvu kalmaz. Bundan sonra sultân-ı zikr, yani zikrin bütün varlığına hakim olması gerçekleşir. İnsanın her tarafında artık zikrullah hakimdir. Bundan sonra çevresindeki herşeyin de Allah'ı zikrettiğini müşahede eder ve varlıkların zikirleri ni duyar: "Kâinatta hiçbir şey yoktur ki O'nu hamdiyle tesbih etmesin" (İsrâ suresi/44) hakikatin i anlar.

Mürid Hazret-i Rasululla h'ın (s.a.v.) : "Sanki sen O'nu görüyormuşsun gibi ibadet et" emrine bundan sonra lâyıkıyla riayet etmeğe başlar. Buna sabırla ve dikkatle devam eder.


ARABADA İKEN ŞEYHİN İÇİNDE ONUNLA RABITALI OLMALIISN ARTIK SENİN İLAHIN ŞEYHİNDİR MERTEBESİ VE MAKAMINDA SINIZ..

http://www.sorularlaislamiyet.com/article/13648/letaif-i-asere-nedir-nelerden-olusur-kalp-ruh-sir-hafa-hafiza-bes-duyu-neden-farkli-kaynaklarda-farkli-farkli-isimlendiriliyor-bunlarin-tanimlari-nelerdir.html

Letaif-i Aşere nedir; nelerden oluşur (Kalp, ruh, sır, hafa, hafıza, beş duyu...)? Neden farklı kaynaklar da farklı farklı isimlendi riliyor? Bunların tanımları nelerdir?
Yazar: Sorularla İslamiyet 2010-11-25 Letaif-i Aşere

http://tr.wikipedia.org/wiki/Letaif

LETAİF
Arapça Latife'nin çoğulu. Latifeler anlamına gelir.

İnsan on latifeden (letaif-i aşara) meydana gelmiştir: Kalp, Ruh, Sır, Hafi, Ahfa; Nefs, ateş, hava, su ve toprak... Bunlardan ilk beşi (letaif-i hamse) âlem-i emirden, son beşi de âlem-i halktandır. Bunlardan ilk altısına letaif-i sitte (altı latife), son dördüne cesed veya dört unsur (anasır-ı erbaa) adı da verilir. Letaif-i sitte ve cesede toplu olarak letaif-i seb'a (yedi latife) de denir. Kalp sol, ruh sağ memenin iki parmak altında; sır sol, hafi sağ memenin iki parmak üstünde; ahfa göğsün ortasında; nefs alnın ortasında; dört unsur ise cesede dağılmış olarak bulunur. Allah Teala insanın cesedini yaratmış ve diğer latifeler i bedendeki yerleriyl e irtibatla ndırmıştır.

 Seyr u Sulûk ve Letaif [değiştir]Seyr u sulûk sırasında âlem-i emirden olan beş latife imkân dairesi, velayet-i sugra ve velayet-i kübranın ilk kısmı olan akrebiyye t dairesi'nde; nefs velayet-i kübranın iki, üç ve dördüncü kısımları olan muhabbet daireleri'nde; ateş, hava ve su unsurları (anasır-ı selase, üç unsur) velayet-i ulya'da, toprak unsuru ise kemalat-ı nübüvvet'te muamele görür. On latife, tasfiye ve tezkiyele rinden sonra bir araya toplanırlar ve hey'et-i vahdaniyy e ismini alırlar. Kemalat-ı risalet mertebesi nden itibaren seyr u sulûkun sonuna kadar feyzin geldiği yer hey'et-i vahdaniyy e'dir.

 Nefs [değiştir]Nefsin yedi mertebesi vardır: Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Raziyye, Marziyye, Safiyye (Kamile)... Nakşibendî tarikatında nefsin mertebele ri icmalî olarak nefs-i emmare ve nefs-i mutmainne biçiminde ele alınır. Nefsin itminana ermesi velayet-i kübra'da, Rıza makamı'nın elde edilmesiy le olur. Nefs-i emmare sahibinde


İnsanda bulunan çeşitli latifeler den on tanesi değişik tasnifler le zikredilm ektedir. Bir kısım âlimler beş duyu ile birlikte ayrıca; kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa diye beş latifeyi de ilave etmek suretiyle ona tamamlamışlardır.

Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi de bu on latifeyi şu şekilde saymaktadır: Vicdan, asab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kalb, ruh ve sır.

“Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Refet Bey"

"Mektubund a letâif-i aşereyi sual ediyorsun . Şimdi tarikati ders vermek zamanında olmadığımdan, tarik-i Nakşî muhakkikl erinin letâif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili nakil değildir. Gücenme, tafsilât veremiyor um. Yalnız bu kadar derim ki:"

"Letâif-i aşere, İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiya tı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir."

"Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyes inde çok letâif var; onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zahirî dahi, o letâif-i aşerenin pencerele ri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye, o letâif-i aşereyi başka bir surette hikmetler ine esas tutmuşlar."

"Hattâ avâm ve havas beyninde teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi, kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablelvuk u gibi çok letâif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan, kısa kesmeye mecbur oldum.”(Barla Lahikası, 270. Mektup, s.347)

Bediüzzaman, İmamı Rabbaniye dayanarak şu on latifeyi nazara verir:

1. Kalp
2. Ruh
3. Sır
4. Hafi
5. Ahfa
6. Heva
7. Anasır-ı Erbaa [1. Nur (Akıl ), 2. Hava (İrade), 3. Su (Rahmet), 4. Toprak (Hıfz ve Himaye)]

http://www.hakikat.com/nur/tsvf/tsvf10.html

TASAVVUF VE LETAİF 1.BÖLÜM SONU
LÜTFEN 2.BÖLÜMÜ OKUYUNUZ 

« Son Düzenleme: Mart 25, 2011, 03:55:13 ÖS Gönderen: administratör » Logged
« Yanıtla #1 : Mart 25, 2011, 03:57:42 ÖS »
admin
Ziyaretçi
İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 2. BÖLÜM KONU İÇİN TIKLAYINIZ

İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 2. BÖLÜM
KONU İÇİN LÜTFEN ALTTAKİ LİNKLERİ TIKLAYINI Z

http://www.hakikat.com/nur/tsvf/tsvf10.html

MÂNEVÎ TERAKKİYAT

Mânevî Tekâmül:

Yerlerin, göklerin ve içindeki bütün varlıkların yaratılışı gayet muntazam bir plân dahilinde olmuştur. Basit canlılardan insana doğru devam eden yaratılış, insanoğlunun yaratılmasıyla son merhaleye ulaşmıştır.

Âlemlerden süzüle süzüle gelen ve ulviyatta n halkoluna n insan ruhu, maddeden ibaret olan hissiz ve hareketsi z bir vücuda sığdırılmış ve onu mânevî bir kalıba büründürmüştür.

İnsanın doğduktan sonraki maddi tekâmülü son noktaya gelmişse de, mânevî tekâmülü belli bir devrede sona ermez, ölümüne kadar devam eder. Çünkü ruh tekâmül etmek, terakki etmek üzere gönderilmiştir. İnsandaki ruhânî tekamül, Allah-u Teâlâ’yı tanımakla ve O’na kullukla başlar. Zaten kâinatın yaratılmasındaki esas gaye insanın yaratılması, ondan da maksat Allah-u Teâlâ’nın bilinmesi ve bulunmasıdır.

O’nu tanımak, O’na gönülden teslim olmak insanın en başta gelen vazifesid ir.

Nitekim Âyet-i kerime’de:

“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruluy or. (Zâriyat: 56)

İnsan yüzünü O’na döndürmezse neyi bulur?

Bir insan Allah-u Teâlâ’nın mevcudiye tine, vahdaniye tine delâlet eden delilleri kendi vücudunda aramalıdır, başka yerde aramaya hacet yoktur.

Allah-u Teâlâ insanı kendini tanımak için yaratmış; kendini tanımayı, insanın nefsini tanımasına bağlı kılmıştır. Onun için de insana kendi nefsini bilme istidadını vermiştir.

Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyuruyor lar. (K. Hafâ)

Bunun gerçek mânâsı ise:

“Fakirliğimle öğünürüm.” Hadis-i şerif’inden öğrenilir. (K. Hafâ)

Buradaki fakirlikt en murad:

“Ben fakirim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim sahibimin dir. Hiçbir şeye mâlik değilim. Fakirliğimle de öğünürüm.” demektir.

Bu hakikat anlaşılırsa, kişi cehalette n kurtulmuş olur. O zaman azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir.

 

Âyân-ı Sâbite:

Allah-u Teâlâ’nın indinde her insanın bir hakikatı, yani özü vardır. Dünyaya gönderilmeden önce şekil almamışlardı, daha doğrusu çekirdek halinde idiler. Bunlara tasavvuf dilinde “Âyân-ı sâbite” adı verilir.

Gözle görülemeyecek kadar küçük bir zerre olan Âyân-ı sâbite’de kişinin bütün mukadderâtı dürülüdür, her birinin kendine göre bir istidat ve kabiliyet i vardır. “Âlem-i emir”de bulunurla r.

Bu Âyân-ı sâbite’ler Allah-u Teâlâ’dan kendi istidat ve kabiliyet lerine göre meydana çıkmayı istediler .

“Yâ Rabb! Sen bizi meydana çıkar, icraatlarımızı görelim.” dediler. Allah-u Teâlâ da bu istekleri ni kabul etti, onları zamana ve mekâna göre bu âleme sevketti. Âyân-ı sâbite’ler bunu kendileri istemişlerdi.

İnsanları dünyaya göndermesinden maksat, onların da bilmeleri içindir, yoksa Allah-u Teâlâ’nın öğrenmesi için değildir.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmakt adır:

“Allah onların geçmişlerini de gelecekle rini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayama z.” (Tâhâ: 110)

Allah-u Teâlâ âlimdir, her şeyi bilir. Ezelî ilminde kişinin dünyada neler yapacağını, neler söyleyeceğini, ahirettek i yerini biliyordu ve takdir filminde beyan etmişti. Hiçbir şey O’nun bilgisini n dışında değildir.

Âyet-i kerime’sinde:

“Yaratan bilmez olur mu hiç?” buyuruyor . (Mülk: 14)

Zerreden kürreye kadar her şey böyledir. Kâinat da böyledir, insan da böyledir. Her şeyin filmi çekilmiş ve dürülmüş, kaseti tutulmuştur.

Allah-u Teâlâ insanın dünyada zuhur etmesini dilediği zaman “Akl-ı kül”de tasarruf ederek ilk şeklini çizer. Onu orada dilediği kadar tutar. Akl-ı kül’e “Akl-ı evvel” ve “Cevher-i evvel” de denir. Akl-ı evvel, Allah-u Teâlâ’dan ilk zuhur eden şeydir. Buna “İlâhî ilmin ilk zuhuru” adı da verilir. Oradan “Nefs-i kül”e gelir. “Kâinatın ruhu” demektir. Sonra “Arşırahman”dan, “Kürsü”den süzülüp yedi kat göklerden geçer. “Felek-i kamer” adı verilen ay feleğine gelir.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın ezeli kudretini n tezahürleridir.

Âlem-i ervah’tan merhale merhale “Felek-i kamer”e geldikten sonra, oradan da madde âleminin temel unsurları olan ve “Anâsır-ı erbaa” adı verilen “Ateş”e, “Hava”ya, “Su”ya ve “Toprak”a düşer. İnerken yağmur taneleri ile iner, toprağa düşünce bitki olur. İnsan onu yer, bir müddet insanda kalır. Daha sonra ana rahmine geçer. Nihayet bir bebek olarak dünyaya gelir. Yani cisim teşekkül eder.

Bütün bu olanların hepsi Allah-u Teâlâ’nın “Ol!” emri ile oluyor, onun takdiri husule geliyor.

İnsan-ı kâmil olabilmek için üç devir tamamlama k gerekmekt edir. Dünyaya gelen her insan bu birinci turu yapmış olur.

 

Nefis ve Ruh:

Allah-u Teâlâ Cemâl nurundan en evvelâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin de bilhassa göz nurundan Arşırahman’ı, sonra diğerlerini halketti.

Allah-u Teâlâ bütün ruhları “Lâhut âlemi”nde yarattı. Bunun içindir ki ahsen-i takvimin tâ kendisi olmuş oluyor.

Sonra yaratılan ruhları kâinatın en aşağısına, cesetler âlemine indirdi.

Kur’an-ı kerim’de bu hususa şöyle işaret ediliyor:

“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin: 4-5)

Yâni Allah-u Teâlâ “Kudsî rûh”u ahsen-i takvim üzere yarattıktan sonra, beraberin de tevhid tohumu olduğu halde “Lâhut âlemi”nden saldı, evvelâ “Ceberût âlemi”ne indirdi. Ceberût, âlem-i emirden sonra madde ve müddetle vücut bulan, maddî ve mânevî âlemler arasında bulunan orta âlemdir. Ruhânî âlemin de cismânî âlemin de bazı hususiyet lerine sahiptir. Bir berzah ve misâl âlemidir.

Ceberût âlemine gelince Allah-u Teâlâ ruhlara o âleme mahsus, o âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar “Sultânî ruh” oldu.

Sonra o kisve ile “Melekût âlemi”ne indirdi. Orada da o âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar da “Ruhânî ruh” ismini aldı.

Mülk âlemi zâhir âlem, melekût âlemi ise bâtın âlemdir. Arş’tan arza kadar melekût âlemidir.

Allah-u Teâlâ ruhları yine saldı, “Mülk âlemi”ne indirdi. Emr-i İlâhî ile cesetlere inip mülk kisvesine bürünen ruhlar ise “Cismânî ruh” oldu.

Cesetleri halk edişi ile ilgili değişik halleri şu Âyet-i kerime’si ile haber vermekted ir:

“Sizi topraktan yarattık, ölümünüzden sonra yine O’na döndüreceğiz ve sizi tekrar oradan çıkaracağız.” (Tâhâ: 55)

Ruhların bu cisme girmeleri ile ilgili olarak da diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmakt adır:

“Ona kendi ruhumdan üfledim.” (Sâd: 72)

Âlemlerden süzüle süzüle gelen ve ulviyatta n halkoluna n ruh, hissiz ve hareketsi z vücuda sığdırıldı.

Vücutta bir de nefis var. Nefisle ruh, vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır.Nefis; toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil bir “Buhâr-ı zulmânî”dir. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde mahallidi r. Bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.

Nefis süfliyâttan, ruh ulviyâttan halkolunm uştur. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile mücehhezdir. Çok lâtiftir, çok âli makamdan gelmiştir.

Allah-u Teâlâ cesette ruhların her birine, kendileri ne mahsus yerler ayırmıştır.

Cismânî ruhun yeri etle kan arasıdır ve bedende terbiye edilir. Ruhânî ruh’un yeri kalp,

Sultânî ruh’un yeri fuad,

Kudsî ruh’un yeri ise sırdır. Ruhların terbiyesi ayrı bir husustur.

Sır; Hâlik ile mahlûk arasında bir vâsıtadır, tercüman mesâbesindedir. Çünkü Kudsî ruh’a sahip olan bir kimse, Allah-u Teâlâ iledir ve O’nun mahremi sayılır.

Yani içten içe, âlemden âleme geçiliyor. Bunlar bâtınların da bâtınıdır.

 

Terakkiya t:

Ruh, bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyord u. Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini elde etti. İnsanların bazı meleklerd en efdal oluşu buradan doğuyor. Onlarda nefis olmadığı ve nefse tâbi olmadıkları için, ne ki emredilir se hemen yerine getirirle r.

Ruh ulvî ve lâtif, nefis ise süflî olup birbirini n zıddıdırlar. Allah-u Teâlâ ikisini bir arada barındırmak için ruhu nefse âşık etmiştir. Zira ulvî ile süflînin başka türlü bağdaşması mümkün değildir. Yaratılışları birbirini n tam zıddı olduğu halde ulvî ruh, zamanla süflî olan nefisle alâkasını çoğalttı. Nefs-i emmâre’nin akışına, cazibesin e tutuldu ve o nisbette değerini ve faziletin i kaybetmey e başladı. Çünkü ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetin i, ulviyetin i kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan’ını da unutur. Vücutta hâkimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını gayet rahat bir şekilde yapar.

Nefs-i emmârenin akışına-câzibesine tutulan ve değerini, faziletin i kaybeden ruh, Allah-u Teâlâ’ya verdiği sözü de unuttu.

Allah-u Teâlâ ruhları yarattığı zaman:

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuştu. (A’raf: 172)

Üzerlerinde dilediği gibi tasarruf eden yegâne mürebbileri ve yaratıcıları olduğuna ikrar ettirdi.

Hepsi de:

“‘Evet Rabbimizs in, buna şahidiz.’ dediler.” (A’raf: 172)

Fakat nefsin boyasına girerek bu sözü unuttular . Hâlik-ı azîmüşşan hakkındaki bilgileri ni de unuttular . Nefse aldandılar. Dolayısıyla vücutta hâkim oldukları yeri de yavaş yavaş kaybedere k hükümsüz kaldılar, nefsin tahakkümüne girdiler. Halbuki çok ulvî âlemlerden süzülerek gelmişlerdi. Ulviyatla rını sufliyâta tahvil ettiler.

Allah-u Teâlâ bir lütuf, ikram ve ihsan olarak Peygamber Aleyhimüsselâm Efendiler imizi, onların gelmediği bir zamanda da vekilleri ni gönderdi, ruhları kendine dâvet etti.

Âyet-i kerime’de:

“Her toplumun hidayet rehberi bir yol göstericisi vardır.” buyuruluy or. (Ra’d: 7)

Yani ruhlar âleminde geçen o visal günlerini hatırlattı. “O günleri unuttunuz mu, hani o güzel günleriniz?”

Allah-u Teâlâ’nın peygamber ler göndermesindeki, kitaplar salmasındaki maksat budur.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluy or:

“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)

İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.

 

Gönderilenler:

Bu gönderilme durumunun Kur’an-ı kerim’deki ispatı şudur:

İsa Aleyhisse lâm hayatta iken, dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid’e dâvet etmek için Havârilerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca, arkalarından bir Havârî daha gönderdi.

Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur’an-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:

“O zaman kendileri ne iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı.” (Yâsin: 14)

Elçiler onlara gelip kendileri ni Hakk’a dâvet ettikleri nde, hiç düşünmeden reddettil er. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettil er.

“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklem iştik.” (Yâsin: 14)

Bu üçüncü zât da oranın halkını aynı surette Tevhid’e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.

Bu üç zât Antakya halkına:

“‘Gerçekten biz size gönderildik.’ demişlerdi.” (Yâsin: 14)

Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisse lâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ “Biz gönderdik.” buyuruyor . “Biz gönderdik.” buyurulma sı, İsa Aleyhisse lâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.

Binaenale yh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ’nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor .

 

Dâvete İcabet:

Peygamber Aleyhimüsselâm Efendiler imizin seslerine kulak veren insanlar, vücudu nefsin işgaliyetinden, ruhu esaretten kurtarmak için mücadeleye başladılar. Nefisleri ne muhalefet ettiler. Mücadele nisbetind e muvaffak oldular. Dünyada da âhirette de ebedi saâdete erdiler.

Peygamber vekili olan bir mürşid merdiven gibidir. Allah-u Teâlâ’nın ezeli ilminde hidâyet nasip ettiği kulları tasarrufu ile o ulvî âlemlerin yüksek makamlarına tekrar ulaştırır. Nefis de ruha tâbi olarak o makamlara çıkar. Tarikat-ı Nakşibendiye’nin bir hususiyet i de budur. Mürşid, muhabbet ve teslimiye t nisbetind e tasarrufu nu kullanır. Gün be gün tekâmül edip yükselmeye başlar.

Melekût âlemine çıktığında Rûhânî ruh olur.

Ceberût âlemine çıkabilirse Sultânî ruh olur.

Ve nihayet lâhut âlemine yükseldiği zaman Kudsî ruh olmuş olur. Burası nebilerin, velilerin makamıdır.

“İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım.”

Kudsî Hadis-i şerif’i bu ruhu tavsif eder.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluy or:

“Onlar o kimselerd ir ki, Allah imanı kalplerin e yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklem iştir.” (Mücâdele: 22)

Allah-u Teâlâ kudsî ruhla destekled iği ve lâhut âlemine kadar çıkmaya fırsat verdiği bu kullarından diledikle rini orada tutar, irşad memuru olmayacak sa o makamda kalır. Diledikle rini de irşad için tekrar insanların arasına geri gönderir. Bir veli ikinci turda ne kadar çok yükselirse, üçüncü turda o kadar aşağı iner, irşad ve terbiyesi de o kadar çok tesirli olur.

 

İnsan-ı Kâmil:

İnsan-ı kâmil olabilmek için üç devir tamamlama k gerekmekt edir. İkinci tura çok kişi çıkabilir, onlar mârifetullah mektebini n talebeler idir.

Ve fakat üçüncü turda er kişi kalıyor. Ledün ilmi ise bu üçüncü tura mazhar olanlara âittir. İkinci turda kalanlar bu hakikatle rden mahrumdur lar.

Bunların içinde her yüz senede bir gelenler olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’nın nâdiren gönderdiği sevgili kulları da vardır.

Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururla r ki:

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyec ek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Yüz senede gelenler ayrıdır, nâdiren gelenler ayrıdır.

Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdula r:

“Şüphesiz ki cennetlik ler, üzerlerindeki köşk sahipleri ni sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır.”

Ashâb-ı kiram:

“Yâ Resulella h! Bunlar peygamber lerin yerleridi r. Başkaları onlara ulaşamaz.” deyince buyurdula r ki:

“Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onlar Allah’a iman ve peygamber leri tasdik eden bir takım adamlardır.” (Müslim: 2831)

Bunlar onun ümmetinden dünyaya nâdiren gelenlerd ir. Yani: “Benden sonra gelecek ümmetimin içinde böyle cevherler, böyle yıldızlar mevcuttur .” mânâsına gelir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Hızır Aleyhisse lâm hakkında:

“Ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” buyuruyor . (Kehf: 65)

Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır.

Güneşi gören; ay’ı, yıldızı, nuru ve nârı çok iyi farkeder. Güneşi görmeyen güneşi tanıyamaz. Onun ziyası gözleri kamaştırır. O tahsili görmemiştir, o tecelliya ta mazhar olmamıştır.

Ay’ı gören; yıldızı, nuru ve nârı bilir.

Yıldızı gören; nur ile nârı tefrik eder.

Nuru da göremeyen karanlıkta kalmıştır.

Bu gizli ilim yalnız hususiyet le O’nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur . Seyr-ü sülûkte olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir.

Allah-u Teâlâ âlemlerde tasarruf ettirdiği kimselere dilediğini duyurur, o da dünya âlemindeki mutasarrıflara bu hakikatla rı duyurur. Çünkü onların Allah-u Teâlâ ile o nisbette yakınlığı yoktur. Onlar emirle, o tasarrufl a.

O her an Allah-u Teâlâ iledir. Kendisi istemediği halde emir tahtında döndürülmüştür. İnsanları irşad için beşeriyet kisvesine bürünmüştür. Görünüşte halk ile, fakat bâtını Hakk ile meşguldür. Yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın emriyle tasarruf eder. Fâil-i mutlak’ın fiillerin i görür, bir yaprağın tutunduğu kadar bile tutunacak varlığı yoktur. Bir çöp kadar kıymeti olmadığını bilir, kendisini bir resimden hiç farkedeme z. Çünkü Fâil-i mutlak o resimde tecellî ediyor. O orada yok. Ondaki irade de idare de Hakk’ın iradesi ve idaresidi r. Bu yalnız onlara mahsustur . Fakat bu bilinmediği için herkes resmi görür.

Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretler i:

“Onun iradesi kendi elinde değildir.” buyurmuşlardır. (260. Mektub)

Çok gizli bir noktadır, kişilerin anlayacağı bir husus değildir.

 

Ezelî Nasip:

Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemâlini gösteren Allah-u Teâlâ’dır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sizi daha topraktan yarattığı zaman ve henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde iken sizi en iyi bilen O’dur.” (Necm: 32)

Ceninin oradaki halini bilen Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz. Kullarının her halini bilir ve hükmünü ona göre verir.

“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın.” (Necm: 32)

Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir.

“Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm: 32)

İyiler de kötüler de gün gelecek, Hakk’ın huzurunda seçileceklerdir.

Allah-u Teâlâ ana rahmindek i ceninin gerek dünyevî gerekse uhrevî bütün mukadderâtını bilir. O’nun bilgisi dışında hiçbir şey yoktur.

Âyet-i kerime’sinde:

“Yaratan bilmez olur mu hiç?” buyuruyor . (Mülk: 14)

Kullarının bütün sırlarına vâkıftır.

“O Lâtif’tir, Habîr’dir.” (Mülk: 14)

En ince işleri yapar, bütün işlerin incelikle rini ve içyüzünü bilir, her şeyden haberdardır.

Ceninin nüvesi mesabesin de olan nutfe, ana rahmine geldiğinde takdiri ile, mukadderâtı ile beraber geliyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmakt adırlar:

“Sizin her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak kırk gün derlenir toplanır.

Sonra o kadar zamanda pıhtılaşmış kan aleka olur.

Sonra yine kırk günde et parçası mudğa olur.

Daha sonra Allah-u Teâlâ bir melek gönderir ve o ceninin neler yapacağını, rızkını, ecelini, şâki mi sâid mi olacağını yazması o meleğe emrolunur . Bundan sonra cenine ruh üfürülür.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1324)

Görülüyor ki insana henüz ruh verilmede n, iki santimlik bir cenin halindeyk en mukadderâtı yazılmaktadır.

Bu noktada çok gizli sırlar var. Rızkı, eceli, saîd mi şakî mi olacağı belirlend iği gibi; Tarikat-ı aliye’de nasibi olup olmadığı, nasibi varsa hangi arşa emanetini koyduğu... gibi hususlar da yazılır.

Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” (K. Hafâ)

Bütün kâinata taksimat “Maddi Arş”tan gelir. Mânevî bütün taksimat da “Mânevî Arş”tan gelir. Bu da insan-ı kâmil’dir. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk eğer taksim etmişse, nasipdar olanlar ezelî nasibini oradan alırlar.

O “Rahmeten lil-âlemîn” değil amma “Rahmeten lil-âlemîn”in vekili olduğu için o nuru saçmaktadır. O, “Nur”un nuru, kehribarın tozudur.

Allah-u Teâlâ nasip vermemişse, kimse kimseye bir şey veremez.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulma ktadır:

“O’nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?” (Bakara: 255)

Şefaat izni verilenle r de hep O’nun rızâsı ve izni istikamet inde şefaat ederler.

Ve bu nasipdar olanlar esastır. Bu noktada öyle mühim bir husus var ki; Allah-u Teâlâ’nın daha cenin halindeyk en cennetlik kıldığı bir kul, ne kadar günah işlerse işlesin, mukadderâtı mucibince, rızâsına mucip bir amel işler ve cennet-i âlâ’ya girer. Cehenneml ik kıldığı bir kul ise, ne kadar ibadet, taatla meşgul olursa olsun, ezelî takdiri mucibince, rızâsına uymayan kötü bir amel işler ve cehenneme girer.

Nitekim Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-in rivayet ettiği Hadis-i şerif’in devamında Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor lar:

“Kendinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz (hayatı boyunca) cennetlik lerin yaptığını yapar. Hatta öyle ki, kendisi ile cennet arasında bir kulaç mesafe kaldığı zaman, yazısı onun önüne geçer ve cehenneml iklerin yaptığını yaparak cehenneme girer.

Aynı şekilde sizden biriniz (hayatı boyunca) cehenneml ik olanların yaptığını yapar. Hatta öyle ki, kendisi ile cehennem arasında bir kulaç mesafe kaldığı zaman, yazısı onun önüne geçer ve cennetlik lerin yaptığını yaparak cennete girer.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 1324 - Müslim: 2683 - Ebu Dâvud: 4708 - Tirmizi: 2138)

İlâhî hüküm ve takdir böyledir ve fakat mahlûka düşen itaattır. Emirlerin e riâyet, yasaklarından kaçınmaktır. Allah-u Teâlâ dilediğini yapar.



Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururla r ki:

Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem-, Ensar’dan erginlik çağına ermeyen bir çocuğun cenazesin e çağırılmıştı. Ben de: “Yâ Resulella h! Ne mutlu bu çocuğa, cennet serçelerinden bir serçe! Hiçbir kötülük işlemedi.” dedim.

Bunun üzerine buyurdu ki:

“Senin bundan başka bir sözün yok mu yâ Âişe! Çünkü Allah cennet için bir kısım insanlar yaratmış, onları babalarının sulplerin de iken cennet için yaratmıştır. Cehennem için de bazı insanlar yaratmış, onları babalarının sulplerin de iken cehennem için yaratmıştır.” (Müslim: 2662 - İbn-i Mâce: 82)



Buhârî ve Müslim’in rivayetin e göre Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

Bakî-i Garkad mezarlığında bir cenazede bulunuyor duk. Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Elinde bir asâ vardı. Başını eğdi ve asasıyla yere vurmaya başladı. Sonra buyurdu ki:

“Sizden hiçbiriniz müstesnâ olmamak üzere hepinizin cennettek i yeri de cehennemd eki yeri de yazılmıştır. Şakî veya saîd olacağı tesbit olunmuştur.”

Bunun üzerine Ashâb-ı kiram’dan bir zât sordu:

‘Öyle ise yâ Resulella h, amel ve ibâdeti bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın takdirine itimad edemez miyiz? Zira bizden saâdet ehli olanları, ilâhî takdir saâdet ehlinin ameline sevkeder, kişi cennete girer. Yine bizden şekâvet ehli olanları, ilâhî takdir şekâvet ehlinin ameline sevkeder, kişi cehenneme girer.’

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevap olarak:

“Güzel ameller yapmaya devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o iş kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet ehli olan saâdet amelleri yapar. Kötülük ehli olan ise kötülük amelleri yapar.”

Buyurdu ve akabinde şu Âyet-i kerime’leri okudu:

“Kim ki verir, (masiyette n sakınır) Allah’tan korkarsa ve o en güzeli (Kelime-i tevhid’i) tasdik ederse; biz de ona kolay olanı hazırlarız, (hayra karşı tatlı bir arzu veririz).

Fakat kim de cimrilik edip inâyet-i ilâhîden kendisini müstağni görüp, o en güzel kelimeyi tekzip eder, yalanlars a, biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizl ik veririz).” (Leyl: 5-10) (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 666 - Müslim: 2647)

Kişi baktığı zaman kendisini bu hakikat aynasında görebilir.



Ashâb-ı kiram’dan Zeyd’ül-Hayr -radiyallahu anh- bir defasında:

“Yâ Resulella h! Allah’ın rızâsını arzu eden kimselere ve Allah’ın rızâsını arzu etmeyen kimselere Allah’ın koyduğu alâmet nedir, bana haber ver?” dedi.

Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevap olarak:

“Ey Zeyd! Sen nasıl sabahladın?” diye sordu.

“Hayrı ve hayır yapanları seviyorum . Eğer hayır yapmaya gücüm yeterse yapmaya koşuyorum. Eğer yapamaz, kaçırırsam bu sebeple üzülüyorum ve onu yapmaya şevkim daha da artıyor.” dedi.

Bunun üzerine Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdula r ki:

“İşte bu söylediklerin Allah’ın rızâsını arayanlar a Allah’ın koyduğu alâmettir. Eğer Allah senin bir şey olmanı isteseydi, seni ona hazırlardı.” (Tirmizî)

Biz insanlar muhakkak ki imtihanla ra tâbi tutulacağız. Birçok çilelere maruz kalacağız. Göstereceğimiz sadakat nisbetind e Allah-u Teâlâ derecemiz i ölçmüş ve bize vermiş olacak. Yoksa bizim ne yapacağımızı ezelî ilmi ile biliyordu .

Şehirlerin girişlerinde “Filan şehirdir.” diye levhalar bulunur. Çıkışta da aynı levha vardır, çıkış olduğunu bildirmek için kırmızı bir çizgi çizilmiştir. Halbuki o levhalar aynı zamanda yazıldı. Girerken şehrin ismini, çıkarken bitimini görüyoruz. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ insanları daha dünyaya göndermezden evvel girişlerini de çıkışlarını da takdir etmişti. Ne yapacakla rını hep biliyordu . Bu bilgisi üzerine takdir etmiştir. Biz bir insan iken o tabelaları yazıyoruz, oraya oraya dikiyoruz . O Hâlik’tır, ilmi her şeyi kuşatmıştır.

İnsanları dünyaya göndermesindeki maksat kişilerin de yapacakla rını bilmeleri içindir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın öğrenmesi için değildir. İnsanların ne yapacakla rını ezelî ilmi ile biliyordu . Kendileri nin de bilmeleri için bu imtihan âleminde bulunduru yor.

Eğer Allah-u Teâlâ bizi bu dünyaya gördermeseydi gayet haklı olarak iddialard a ve itirazlar da bulunacak tık. “Aman Allah’ım! Senin bir kulun olarak hiç bu işleri yapar mıydım?” diyecekti k. Allah-u Teâlâ: “Ey kulum! Ben senin bunları yapacağını biliyordu m, sen de gör yaptıklarını.” diye bize göstermek için bizi gönderdi. Yoksa ne yapacağımızı bilmediğinden değil. Allah-u Teâlâ’nın takdiri takdirdir . Bir insanın O’nu böyle tanıması gerekir.

Durum bu şekilde olmasına rağmen kader mevzuuna girmemek gerekiyor . Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kader mevzusund a derine dalmamayı tavsiye buyurmuşlardır. Fazla ileri gidilirse zındıklık husule getirir. Şeytan işini kadere havale etti, yalvarma lüzumunu hissetmed i kâfir oldu. Âdem Aleyhisse lâm ise hatayı kendi nefsinde aradı. Mevlâ’sına yöneldi, istiğfar etti, Mevlâ da onu affetti.

Kul bütün iyilikler ini Allah-u Teâlâ’dan, kötülüklerini ise nefsinden bilecek. Her emr-i şerif’ine incelikle dikkat edecek, yasaklarından kaçınacak. Kula düşen budur, kula başka bir şey düşmez.

Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime’deki ilâhî lütfa mazhar olur:

“Onlar ki bir kötülük yaptıklarında veya kendileri ne zulmettik lerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i imran: 135)

 

Tevhid Tohumu:

Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine Tevhid tohumu düşürür ve ruhu kendisine çağırır. Çok sevdiği o kararmış nefse uymamasını ona duyurur.

Nasipdar olan ruh, böyle bir dâvetçinin dâvetini duyar ve hemen icâbet eder. Ona Râbıta verilerek ders tarif edilir. Bu dersler Allah-u Teâlâ’nın nasıl zikredile ceğini, Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz e nasıl ve ne zaman salât-ü selâm getirilec eğini ihtiva eder. Bir saat kurmak mesabesin dedir, asıl hakikat dersi Kur’an-ı kerim’den alınır. İlâhî emirler öğrenilir ve tatbik edilir. Ahkâma uymayan işler terkedili r. Kişinin dış âlemi düzene girer.

Bu arada ruh, vücudu nefsin işgaliyetinden kurtarmak ve iç düzeni sağlamak için teşebbüse geçer. Kişi üstadının tarifi üzerine lâfza-i celâl çektikçe, ruh kuvvet bulmaya başlar ve nefisle mücadeleye girişilir.

Badem çekirdeği mengeneye girince bir tarafa posa, bir tarafa yağ olarak ayrıldığı gibi, mânevi mengene ile de ruh ve nefis birbirind en ayrılırlar. Nefsin karanlığı ve cehâleti ruha tesir etmez olur. Birbirine tamamen düşman oldukları anlaşılır. Ruh ulvî olduğu için daima ulvîyat üzerinde bulunur. Zikir-fikirle meşgul oldukça, iyi insanlarl a ünsiyet edildikçe takviye görür, günâ gün terâkki eder. Nefis ise zayıflamaya, kuvvetten düşmeye başlar. Ruh tekâmül ettikçe duygu ayrılıyor.

Lafza-i celâl’de nur vardır, her bir Lafza-i celâl bir ok mesabesin dedir, bir darbedir. Nefis bu darbelere, zikrullahın verdiği hararete, nura tahammül edemez. Kalbi boşaltmak zorunda kalır ve ruh odasına kaçar. Artık kalp işgalden kurtulmuş, asliyetin e dönüp nurlanmıştır. Zikrullahı çoğalttıkça, yani yüz çekiyorsa ikiyüze, beşyüze artırdıkça ateşi de kuvvetlen ir. Ruhun esiri olmamak için bütün gücü ile direnmesi ne rağmen nefsin mukavemet i azalır. Ruh, sır, hafâ ve ahfâ odalarını da terkeder. Oralar da kalp gibi asliyetin e döner, her bıraktığı oda kendi nuruyla nurlanır. Yoksa mecbur kalmasa kolay kolay işgal ettiği odaları bırakmak istemez. En son olarak nefs-i kül odasına kaçar ve burada en büyük direnmeyi yapar. Burası secde mahallidi r, oradan da çıkarılırsa hâkimiyeti ruh ele geçirir, nefsi esâreti altına alır, onun süflî arzularını dinlemez. Letâif ampulleri yanar. Letâifi bitirenle r, sıfat-ı hayvaniye den sıyrılmış insan olurlar.

Her bir letâif nurunun rengi vardır.

Sırasıyla:

“Kalp” kırmızı,

“Ruh” sarı,

“Sır” beyaz,

“Hafâ” yeşil,

“Ahfâ” siyah,

“Nefs-i kül”ün rengi ise mavidir.

Kişi artık bütün kötülüklerden nedâmet eder. Bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır. Kemâl yollarını bulur. Ona hiç söz söylemeden o vücud değişir ve bütün âzâlar ahkâm mucibince hareket etmeye başlar. Takvâ elbisesi geçirilir. İmanlı bir göz kötülüğe bakmaz, imanlı bir kulak kötülüğü işitmez.

Meselâ bir hayvanı ahırdan çıkardın. O ahırı temizlers en, tebdil edersen, dayayıp döşersen, orası oda haline gelir. Biraz evvel ahır idi, şimdi oda oldu. Ahıra padişah girmez amma, odaya padişah girer.

Sen kalbini ahıra çevirdin, pis ise orada her an pisliyor. Pisi atmadıkça, orayı dayayıp döşemedikçe, ibadet ve taatla nurlandırmadıkça, hiçbir zaman oraya padişah gelmez.

“Kalp sarayın eyle pak,

Şayet gele Sultan sana.”

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzab: 4)

O’nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O’nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.

Ahır haline getirdiğin kalpten pisi çıkar ki orası nurlansın. Bütün letâfatını bu şekilde nurlandırırsan için de nur olur.

Mücadele ile Sultânî zikre de erersin, murad ederse nefes zikrine dahi ulaştırır.

 

Zâhirdeki ve Tarikat-ı Aliye’deki Beş Letâif:

Allah-u Teâlâ’nın yarattığı şeylerin hepsine birden “Âlem” denir. Çünkü herşey O’nun varlığını gösteren bir alâmet, bir işarettir.

Âlem ikiye ayrılır:

1. Âlem-i halk: Madde ve ölçü bulunan şeylerdir. Arşın içinde bulunan her şey, canlılar, gökler ve yer, cennet, cehennem, melekler. .. hep âlem-i halktır.

2. Âlem-i emir: “Ol!” emri ile bir anda yaratılan, maddesiz, zamansız, ölçüsüz şeylerdir.

Âlem-i emir, maddesiz ve müddetsiz birdenbir e; âlem-i halk ise zaman içinde tedrici olarak yaratılmışlardır. Akıl, ruh ve nefis âlem-i emirden; maddi şeyler ise âlem-i halktandır.

İnsan beşi “Âlem-i halk”tan, beşi de “Âlem-i emir”den olmak üzere on letâiften teşekkül etmiştir.

Zâhirdeki beş letâif: “Toprak”, “Su”, “Hava”, “Ateş”, “Nefis”dir. Bunlar âlem-i halktandır, cismanî farzlarla mükelleftir, tek kanatlı kuş gibidir.

Tarikat-ı âliye’deki beş letâif: “Kalp”, “Ruh”, “Sır”, “Hafâ” ve “Ahfâ”dır. Bunlar âlem-i emirdendi r. Hem cismânî farzlarla mükelleftir, hem de nafileler le vazifelid ir, çift kanatlı kuş gibidir.

Âlem-i emrin birinci basamağı “Kalp”tir. Kalp, göğüsteki et parçası değildir, bu et parçasına yürek denir. Kalp, bu yürekle alâkası bulunan bir kuvvettir . Kalbin yürekte bulunması, elektriğin ampulde bulunmasına benzer. İkinci mertebesi “Ruh”, ruhun üstü “Sır”, sırrın üstü “Hafâ”, hafânın üstü ise “Ahfâ” mertebesi dir.

Nefis, hilkat itibariyl e “Âlem-i halk”ın kaynaşmasından meydana gelen zulmânî buhar ise de nisbet itibariyl e “Âlem-i emir”e tâbi tutulmuştur.

Âlem-i halktan olan lâtifelerin temizlenm esine tezkiye, âlem-i emirden olan lâtifelerin temizlenm esine ise tasfiye denir.

Eğer Allah-u Teâlâ ona ezelden istidat ihsan buyurmuşsa ve “Ene” kabuğunu delerse, misal âlemine kadar uçar. Yani Peygamber Aleyhimüsselâm Efendiler imizin, sıddıkların, şehidlerin makamına kadar ulaşabilir.

Çünkü Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururla r ki:

“Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerd en de efdaldir.” (İbn-i Mâce)

Bu fazilet, kişinin nefsine galebe çalması ile mümkündür.

“Huşu”, “Huzur”, “Muhabbet”, “Maiyyet”, “Kurbiyet” gibi birçok beşerî meziyetle re hâiz olan âlem-i emirdir.

Bu on letâifin zikrullah ile uyanması ve bütün vücudun ahkâm-ı ilâhî’ye uyması için, Fenâfillah’a çıkmış bir Mürşid-i kâmil’e ihtiyaç vardır. Zira mürşidsiz vuslat olamaz.

Mürşid “Yürü!” der, Mürşid-i kâmil ise tasarrufu ile yürütür.

 

Nefse Muhalefet:

İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kâimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınmadıkça ruh hürriyete kavuşamaz.

Burada çok ince bir nokta vardır. Nefis ne kadar zayıflarsa zayıflasın, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ arslansa kedi olur, sinek olur. Her zaman korunmak lâzımdır. Nefis öyle bir mahlûktur ki, ne kadar küçülürse küçülsün icraatını yapmak ister. Her ne kadar sessiz duruyorsa da silahları yanıbaşındadır. Hiç tahmin edilmeyen bir zamanda derhal silahlarını kullanır ve ruhu esir eder. Nefse hiç güvenilmez, uslu durmasına hiçbir zaman itimat edilmez.

Her zaman için Allah-u Teâlâ’ya sığınan kimse, O’nun hıfz-u himâyesine girer ve şerrinden korunur.

Nefis hâkim olursa, ruhu hükümsüz hale getirir, vücut arabasını istediği tarafa götürür. Artık o, şeytanla arkadaş olur, şeytanlaşmış insanlara yoldaş olur, Hakk ve hakikatle ilgisi kalmaz. Niçin geldiğini, nereye gideceğini de düşünmez. Yiyeyim içeyim, giyeyim gezeyim derken, zevk ve sefâsının içinde iken kuyusuna düşer.

İkinci bir incelik ise; ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ’nın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazad adır. Kendisind en bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ve şeytana ruhsat verir ve musallat eder. Kişi Hakk’tan ayrıldığı için, Allah-u Teâlâ da ona düşmanı bağlar, artık düşmanla beraber çalışır.

Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir, Hakk’ın ihsan ve ikrâm ettiği lâtifeleri ifsat etmiştir. Bir düşman bir eve girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu ifsat ederler.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmakt adır:

“Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.” (Zuhruf: 36)

Nefis ve şeytan ruhsat nisbetind e musallat olurlar, müsaade edilmezse yine bir şey yapamazla r, insana zarar veremezle r. Hüküm ve irade Allah-u Teâlâ’nındır. Bu noktada size Mevlâ ile nasıl bir merbûdiyet kurulması gerektiğini, insan bırakıldığı anda düşmanın istilâya hazır olduğunu anlatmak istiyoruz . Azmi ve gayreti nisbetind e kulunu destekliy or, gevşekliği nisbetind e nefse ve şeytana yol veriyor. Bu böyledir.

Mesela iki şey birbirine bitişik olursa araya başka bir şey giremez, ara açılırsa herşey girer.

 

Bâtına Geçiş:

Bu ameliyele rle, bu çalışmalarla Tarikat-ı aliye’nin altı mektebind en bir tanesi tahsil edilmiş olur. Geride beş mektep daha kalır. Bu bir mektebi bitirmeye birçok kimsenin ömrü dahi kâfi değildir.

Bu kadar derin yollara girince insan kendisini n hep mânevî yolun bâtınî kısmında olduğunu kabul eder. Halbuki buraya kadarki seyir, mânevî yolun zâhirî kısmıdır. Evi düşmandan kurtarmay a muvaffak olmuştur, herşey olmuş değildir. Bu birinci merhaleye Fenâfişşeyh denir. Şeyhin yardımı, müridin çalışması ile husule gelir. Artık şeyh vazifesin i bitirmiş olur. Onu bizzat Resululla h -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz in terbiyesi ne teslim eder ve murakaba ettirir. İşte şimdi bâtınî kısımdan içeri girilir. İçeri girmesine rağmen, yine de şeyhe muhtaçtır.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretler imiz:

“Biz nihayeti bidayete yerleştirdik.” buyurmuşlardır.

Yani diğer yolların nihayetin de elde edilen, Tarikat-ı Nakşibendiye’de başlangıçta elde edilir.

Size bu sırrı şöyle arzedelim:

Fenâfillâh’a ermiş bir Mürşid-i kâmil, müridin ruhunu bizzat tasarrufa alır ve birkaç ay gibi kısa bir zaman içinde; Allah-u Teâlâ’nın izni kadar, varması mukadder olan makama kadar mânen çıkarır. Ruhâniyet nefisten o an için ayrılmıştır, nefisten ayrı olarak çıkar ve o çıkışta büyük bir kuvvet kazanır. Müridin bundan haberi olmaz. Nefsi de o zaman tezkiye ettirir, onu harekete geçirmez. O anda hakikaten yürüyor, yürüdüğünü de görüyor, mânevî bir haz içindedir. Fakat istidâdı olan son noktaya kadar çıktıktan sonra bırakılır, orada tutunamaz, tekrar eski makamına düşer. Çünkü çıktığı o yer o anda onun makamı değildir. Oraya rûhen çıkmıştı, nefisle mücadele etmeden çıkmıştı. Fakat oraya nefisle çıkması icap etmektedi r.

O güzel yerleri gördüğü için, bundan sonra artık çocuğun yeni yürümeye başladığı gibi, o da düşe kalka o noktaları yeniden tırmanmaya çabalar. Çıktığı yer çok güzel olduğu için, bütün gücü ile oraya çıkmaya azmeder. O iki aylık çıkışı şimdi kimbilir kaç senede çıkabilecek? O zaman çıkarılmıştı; şimdi ise nefis var, şeytan var, dünya meşgaleleri, maişet derdi var. O mânevî haz ona güç verir, artık ruhâniyet ile cismâniyet ciddi bir mücadeleye başlar. Çünkü nefis bütün gücüyle engel olmak ister. Fakat mücadele ederse, o nisbette muvaffak olur. Ruh kuvvet bulunca, nefis ister istemez ruha tâbi olmak mecburiye tinde kalır. Ruh kuvvet bulduğu için, nefisle mücâdele kolaylaşır.

İstidadı olduğu için, çalışırsa nasibi olan yere kadar çıkabilir. Amma bir sene, amma on sene, amma yirmi sene, amma elli sene sonra... Nasipdar olan mürid nasibini aldıkça gider. Nasibi varsa bir gün “Murad” bile olur.

Tarikat-ı Nakşibendiye’nin, yolu kestirmed en alışı buradan doğuyor. Mürşid müridin merdiveni olduğu için, nefis terbiyesi ne girmeden önce ruhu yükseltiyorlar. Diğer yollarda ise evvela nefsi tezkiyede n başlanıyor, hayli tezkiyede n sonra ruha geçiliyor. Fakat kuvvet bulmayan bir ruhun yanında nefsi tezkiye etmek çok zordur. Bir ömür bile kâfi değildir. Yani nefsi tezkiye edeceğim derken kimisi de ömrünü tüketmiş oluyor. Eğer nasibi varsa sonra ruha geçiyor. Mürşid müridin merdiveni olduğu için ve Tarikat-ı Nakşibendiye’de doğrudan doğruya ruhtan çıkış yapıldığı için, bir mürid onların seneler sonra ulaşacağı menzile bir anda yetişmiş oluyor. O mesafeyi kestirmed en katediyor . Nefis ile ruh yollarının ayrıldığı nokta burasıdır.



Mürşid-i kâmil’i bulmak ilâhî bir lütuf ve bağış, büyük bir kolaylıktır.

Mürşid “Yürü!” der, Mürşid-i kâmil ise bizzat Allah-u Teâlâ’nın tasarrufu ile, ihsanı ile yürütür. Fakat şunu unutmamalı ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Bu noktayı biraz daha açalım. Mürşid-i kâmil, Allah ve Resul’de tamamen fânî olduğu için Allah-u Teâlâ’nın lütfuyla yürütür. Allah-u Teâlâ’nın lütfuyla yürüttüğü için halkı Hakk’a davet eder. En kestirme yol ile, en az sözle Hakk’a ulaştırmaya gayret eder.

Mürşid-i kâmil’i Allah-u Teâlâ ileriye sürdüğü için, ona o makamı verdiği için; o çok iyi bilir ki kendisi hükümsüz bir resimden ibarettir . Allah-u Teâlâ onun varlığını almıştır, kendi varlığını duyurmuştur.

Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah’ın malını pazara koyar, onun gönlündedir Hazret-i Allah.

Mürşid ise oraya eremediği için, Hakk’ta fâni olamadığı için, hep kendini görür, kendi malını pazara koyar, onun ağzındadır Hazret-i Allah.

 

Mânevî Seyr:

Mürid “Seyr minallah”da yola çıkar, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra “Seyr ilâllah”, “Seyr fillah”, “Seyr billâh”, “Seyr anillah” gibi Hakk’a tekarrubi yet seyirleri başlar.

Nefis kalpten, ruhtan, sırdan, hafâ ve ahfâdan çıkarıldığı gibi, murakabal ar da tıpkı bunun gibidir, sıra ile gider. Murakabal ardan geçtikçe iman tekâmül eder.

Tarikat ilmi tahsil edilmediği müddetçe, iç âlemine hiç kimse vâkıf olamaz. Nefsin ayrı duygulara, ruhun ayrı duygulara sahip olduğu anlaşılmaz. Kişi nefsin sefâsını ruhun sefâsı zanneder. Nefis onu istiyor, o da nefsinin arzusuna uygun iş ve icraat istiyor. Nefsin hoşuna giden şeyler Allah-u Teâlâ’nın hoşuna gitmez, nefsin hoşuna gitmeyen şeyler O’nun hoşuna gider. Ona hâkim olabilmek, dizginini tutabilme k için nefsin hoşlandığı şeyleri yapmayaca ksın, hoşlanmadığı şeyleri yapacaksın. Esas budur.

Dolayısıyle şeriattan sonra tarikatı da bitirmeye muvaffak olunursa marifetul lah mektebine girilir. Fenâfişşeyh tahsili bitmiş, bizzat Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz in taht-ı terbiyesi ne mânevî olarak alınmış olur. Bu noktada müride Kelime-i tevhid verilir. Lâfza-i celâl “Cezbe-i zâtiye”, Kelime-i tevhid ise “Cezbe-i kayyûmiye” husule getirir.

Lâfza-i celâl dersini çekerken Râbıta ile muhakkak meşgul olmak lâzımdır ki, şeyhin tasarrufu ile letâfâtı geçmiş olsun. Kelime-i tevhid dersine geçince de murakaba ile meşgul olmak lâzım ki, erişemediği yerlere eriştirilsin.

Kalbin vüs’at bulması için Kelime-i tevhid, nefesi hapsetmek suretiyle bir nefeste yirmibir defa çekilir. İç âleme o nisbette nüfuz etmeyi, birçok hakikatla rın doğmasını kolaylaştırır.

TASAVVUF VE LETAİF 2.BÖLÜM SONU
LÜTFEN 3.BÖLÜMÜ OKUYUNUZ
Logged
« Yanıtla #2 : Mart 25, 2011, 04:00:58 ÖS »
admin
Ziyaretçi
İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 3. BÖLÜM KONU İÇİN TIKLAYINIZ

İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 3. BÖLÜM
KONU İÇİN LÜTFEN ALTTAKİ LİNKİ TIKLAYINI Z

http://tasavvuf.devletli.com/tarikatlerde-letaif

Tarikatle rde Letaif
Tarih: 30 Ağustos 2008
Ana Sayfa | Tarikat ve Tasavvuf | Ruh, Tarikat, Zikir
Tarikatla rda üstünde durulan “letaif” denen ruhani varlıklarımız hakkında bir yazıdır.

Letaif kelimesi Arapçadan geliyor. Latifeler demektir; tarikatle rde insanın soyut yönleri veya manevi cihazları gibi anlamlard a kullanılır.

Tarikatla rda bahsedile n göğüsteki beş latifenin ilginç bir bir kuvveti var. Eskiden ben zikir yaparken bunlar her defasında değişik yöne fena halde çalışırdı.

Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa adlarında beş adet latife bulunur. Birincisi kalp latifesi sol memenin alt tarafındadır. Beşincisi ahfa ise göğsün tam ortasındadır. Bunların terbiye edilmeler i var. Derslerin i iyi yapan kişilerde zamanla ilkin kalp latifesi çalışır ve de devamlı “Allah” der durur. Bunu kişi kendi içinden gayet net duyar. Başka kimse duymaz.

Farklı bir latife de iki kaşın arasında bulunan Nefs-i Natıkadır. Ben eskiden zikir yaparken bu latife bir atardamar gibi çok kuvvetlic e çalışırdı sonra dururdu. Genelde zikir esnasında olurdu. Bazı maneviyatı kuvveti insanların yanında da çalıştığına şahit olmuşumdur.

Kalp latifesi merkez üssü gibidir. Sonra ruh latifesi var, sonra sır latifesi var. Hafi ise sırrın daha sır olanıdır. Daha soyut da diyebilir iz. Ahfa ise gizlinin en gizlisidi r; en soyut olanıdır.

Dediğim gibi bunların terbiye edilmesi var. Esas yurtlarına seyri (ulaşmak için yola çıkmaları) vardır. Daha çok şey var.

Bu çalışmalar bir bakıma müslümanın metafizik çalışmalarıdır. İbadet değildir. Başlamak için her şeyden önce kişinin yaşantısının tam bir müslümanca yaşantı olması gerekiyor . Hem ilim, hem ibadet, hem fazilet konusunda insan islamı anlamış ve hakkıyla yaşıyor olacak. Bu kişi tarikat dersi almaya hak kazanır.

Günümüzde tarikat dersi almak için ne yazık ki çok şart gözetilmiyor. Ben aldım da ne oldu? Yüzüme gözüme bulaştırdım. Devam edemedim. Eski yüzyıllarda da başarılı olmanın kolay olduğunu sanmıyorum.

Şimdi bakalım latifeler hakkında Bediüzzaman Said Nursi ne demiş:
(Bu konudaki sözleri ağır bir Osmanlıca ile olduğundan dolayı tercüme olarak yazıyorum)

Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re’fet Bey;
Mektubund a on latifeyi soruyorsu n. Şimdi tarikat dersi vermek gerekmiyo r..
Nakşîbendi tarikati araştırmacı derin âlimlerinin 10 latifeye dair eserleri var.
Şimdilik vazifemiz Kur’an esaslarının ortaya çıkarılmasıdır, mevcut meseleler i nakil değildir. Gücenme tafsilat veremiyor um. Yalnız bu kadar derim ki:
On latifeyi İmam-ı Rabbani (R.A.) kalb, ruh, sır, hafî, ehfâ, insanda dört unsurun her bir unsurunda n o unsura münasip bir insanî latife tâbir ederek, seyr-i sülûkda her mertebede bir lâtifenin yükselmeleri ve hallerind en kısaca bahsetmiş.

(E. Ali – Yanlış anlamadıysam 10 latife denmekle kastedile n şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, nefs-i natıka, hava, su, ateş, toprak.)

Ben kendimce görüyorum ki insanın bütün mahiyetin de ve yaşamsal yetilerin de çok letaif var, onlardan 10 tanesi ünlenmiş. Hatta düşünürler ve zahir âlimleri dahi o 10 latifenin pencerele ri veya nümuneleri olan beş zahir duyu, beş batın duyu diye, 10 latifeyi başka bir surette esas tutmuşlar.

Hatta avam ve havas arasında bilinen insanın on latifesi, tarikat ehlinin on latifesiy le münasebettardır.

Meselâ: Vicdan, asab, his, akıl, heva, şehevi kuvvetler, öfkeyle ilgili kuvvetler gibi latifeler i kalb, ruh ve sırra ilâve edilse on latifeyi başka bir surette gösterir. Daha bu latifeler den başka sâika (sevkedip götüren his), şaika (şevk verici) ve hiss-i kable’l vuku (önsezi) gibi çok latifeler var. Bu meseleye dair gerçekler yazılsa çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.

Konuyu orijinal Osmanlıcasından okumak isteyenle re kaynak:
Risale-i Nur kitaplarından Lem’alar – 16. Lem’anın son iki sayfasındadır.

Said nursi hazretler i bu gibi ve diğer bazı konularda “zamanı geldiği zaman ehilleri ortaya çıkacak” demiştir. Demek ki bir süreliğine İslami hizmetler de iman esasları ve Kuran hükümlerinin anlaşılmasından ibaret bir hizmet öngörmüş. O halde o hizmet devamlı aynı şekilde devam etmeyecek tir; zamanla çok gelişmeler olması gerekiyor .


http://www.mumine.com/tasavvuf-terimleri/27810-letaif-i-asere-nedir-nelerden-olusur-kalp-ruh-sir-hafa.html

Letaif-i Aşere nedir; nelerden oluşur (Kalp, ruh, sır, hafa, hafıza, beş duyu...)? Neden farklı kaynaklar da farklı farklı isimlendi riliyor? Mumine Kadınlar Letaif-i Aşere nedir; nelerden oluşur (Kalp, ruh, sır, hafa, hafıza, beş duyu...)? Neden farklı kaynaklar da farklı farklı isimlendi riliyor? Mumineler


Letaif-i Aşere nedir; nelerden oluşur (Kalp, ruh, sır, hafa, hafıza, beş duyu...)? Neden farklı kaynaklar da farklı farklı isimlendi riliyor? Bunların tanımları nelerdir?



Letaif-i Aşere

İnsanda bulunan çeşitli latifeler den on tanesi değişik tasnifler le zikredilm ektedir. Bir kısım âlimler beş duyu ile birlikte ayrıca; kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa diye beş latifeyi de ilave etmek suretiyle ona tamamlamışlardır.
Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi de bu on latifeyi şu şekilde saymaktadır: Vicdan, asab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kalb, ruh ve sır.
“Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Refet Bey"

"Mektubund a letâif-i aşereyi sual ediyorsun . Şimdi tarikati ders vermek zamanında olmadığımdan, tarik-i Nakşî muhakkikl erinin letâif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili nakil değildir. Gücenme, tafsilât veremiyor um. Yalnız bu kadar derim ki:"

"Letâif-i aşere, İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiya tı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir."

"Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyes inde çok letâif var; onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zahirî dahi, o letâif-i aşerenin pencerele ri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye, o letâif-i aşereyi başka bir surette hikmetler ine esas tutmuşlar."

"Hattâ avâm ve havas beyninde teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi, kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablelvuk u gibi çok letâif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan, kısa kesmeye mecbur oldum.”(Barla Lahikası, 270. Mektup, s.347)

Bediüzzaman, İmamı Rabbaniye dayanarak şu on latifeyi nazara verir:

1. Kalp
2. Ruh
3. Sır
4. Hafi
5. Ahfa
6. Heva
7. Anasır-ı Erbaa [1. Nur (Akıl ), 2. Hava (İrade), 3. Su (Rahmet), 4. Toprak (Hıfz ve Himaye)]
Bu dört unsurdan da bunlara münasip ve mümasil, insandaki mahiyet ve özelliklere işaret edilmiştir.

İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 3. BÖLÜM SONU

NEFS   http://www.diyadinnet.com/YararliBilgiler-285&Bilgi=nefs-nedir

« Son Düzenleme: Haziran 01, 2011, 09:38:56 ÖS Gönderen: administratör » Logged
« Yanıtla #3 : Haziran 18, 2011, 04:06:18 ÖS »
admin
Ziyaretçi
NEFS - İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 4. BÖLÜM KONU İÇİN TIKLAYINIZ

NEFS - İSLAM - METAFİZİK - TASAVVUF VE LETAİF 4. BÖLÜM KONU İÇİN TIKLAYINI Z

NEFS İLE İLGİLİ BİR YAZI IRC İSLAMİRADYOLAR.NET

18-06-2011 [15:57:11] -IRC.islamiradyolar.net - *** Notice --
Client exiting: insanFaki ri (Musluman@88.247.218.85)
[Sohbetin doğru adresi [ IRC.islam iradyolar .net ]]
[15:57:11] insanFaki ri User

EY NEFSİM yarattigi sudan icersin havasinda n
solursun Onun nimetleri nden yersin butun bunlara ragmen Ona isyan etmekten cekinmezs in
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Günah islemek icin azmedersi n
utanmazsi n elinden geleni yaparsin ama tevbe etmek icin ayni azmi gostermez sin
Gunahinda israr edip, tevbede beklemeye kalkarsin
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun.
Aksama kadar bos bos konusursu n
ne Islami anlatirsi n ne de anlatani dinlersin
Bir de utanmadan anlatan insanlari onemsemez sin
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Her seyi bildigini sanirsin ama hic bir sey bilmedigi ni anlamazsi n
ilim ogrenmek istersin ama hafizani bos seylerle doldururs un ilime yer birakmazs in
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Bilmez misin ki sana soracakla r gencligin i nerde harcadin? Neler yaptin?
Omrunu nerede gecirdin? Ne cevap vereceksi n?
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Cenneti istedigin i soylersin ama oraya girmek icin hic bir sey yapmazsin
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Cehennemd en korktugun u soylersin
ama kendi oz varligini onun icine yavas yavas atmakta oldugunun farkina varmazsin
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Oluleri gorursun devamli ama bir turlu akil edemezsin bir gun seninde olecegini
O gunun ne zaman olacagini biliyor musun? Belki bu gun belki simdi
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Azrail(a.s) ile karsilast iginda biraz daha dunyada kalip hayirli isler yapayim mi diyeceksi n?
Biliyor musun ecelin beklemeye cegini, seni ansizin yakalayac agini?
EY NEFSIM Sana yaziklar olsun
Olum seni bekliyor ama sen kacmaya calisiyor sun
Nereye kadar? Azik toplayip yolculuga cikmak en dogrusu degil midir?
Peki neden azik toplamiyo rsun
bu dunyada neden hala ellerin bos?
EY NEFSIM ! Sana yaziklar olsun...
Her seyden korkarsin, sevilmeye cek kisileri seversin
insanlar hosnut olsun diye elinden geleni yapar
her istekleri ni karsilars in, peki Onun istekleri ni neden yapmiyors un?
Kimin rizasi icin yasiyorsu n sen?
EY NEFSIM ! Sana yaziklar olsun
Aksama kadar giybet ederek yedigin etler seni doyurmadi mi? H
Hala tika basa karnini doyurup, sehvetini arttirirs in
EY NEFSIM ! Sana yaziklar olsun
Dinledigi n bir sarkida, izledigin bir filmde aglarsin da
Allah c.c için neden aglamazsi n.
Onun icin gozyasi akitamaya cak kadar kalbin kararmis mi?
EY NEFSIM ! Sana yaziklar olsun
Muslumani m dersin ama buna sen bile zor inanirsin .
Yasayisin a bir bak gercekten Musluman misin?
EY NEFSIM ! Sana yaziklar olsun
Gokleri delen binalara bak! Onlari yapanlar simdi iki metrelik cukurun altinda.
Tedbir almazsan yarin sende onlara komsu olacaksin!
EY NEFSIM ! Sana yaziklar olsun
Insanlara tesekkur etmekten cekinmezs in ama
Yaradana nankorluk etmekten utanmazsi n
EY NEFSIM ! Umulur ki tevbe kapilari kapanmada n
sen hala nefes alirken, olum melekleri yle karsilasm adan once aklini basina alir
gecici dunyayi sonsuz yurt olan ahirete tercih etmekten vazgecers in!
EY NEFSIM ! En kisa zaman da
ALLAH_in yarattikl arina bakip tefekkur etmeyi ogrenmeli sin
Onun istedigi yasami bilmek yetmez, onu yasamak lazim, yasamak
Sonra da yasatmak
" İNŞALLAH" derse yakaran "İNŞA" eder yaradan

18-06-2011 [15:57:11] -IRC.islamiradyolar.net - *** Notice --
Client exiting: insanFaki ri (Musluman@88.247.218.85)
[Sohbetin doğru adresi [ IRC.islam iradyolar .net ]]
[15:57:11] insanFaki ri User

NEFS VE NEFSİN MERTEBELE Rİ İÇİN AŞAĞIDAKİ
AŞAĞIDAKİ LİNKLERİ TIKLAYINI Z

http://www.google.com.tr/#hl=tr&source=hp&q=NEFS%C4%B0N+MERTEBELER%C4%B0&oq=NEFS%C4%B0N+MERTEBELER%C4%B0&aq=f&aqi=g5&aql=&gs_sm=e&gs_upl=641l14625l0l28l21l0l0l0l4l500l4688l0.3.5.4.2.1l15&fp=5b7d5409a438b09c&biw=1020&bih=567

http://www.google.com.tr/#hl=tr&source=hp&q=NEFS&oq=NEFS&aq=f&aqi=g6g-s2g2&aql=&gs_sm=e&gs_upl=2172l5062l0l4l4l0l0l0l0l453l1063l2-1.1.1l3&fp=5b7d5409a438b09c&biw=1020&bih=567

http://www.google.com.tr/#hl=tr&source=hp&q=NEFS%C4%B0N+TERB%C4%B0YES%C4%B0&oq=NEFS%C4%B0N+TERB%C4%B0YES%C4%B0&aq=f&aqi=g8&aql=&gs_sm=e&gs_upl=2016l24812l0l29l26l2l10l10l1l406l2798l0.2.5.1.2l10&fp=5b7d5409a438b09c&biw=1020&bih=567

http://www.slayt.tv/index.php/nefsin-19-afeti-ve-ruhun-19-hasleti/

http://www.google.com.tr/#hl=tr&q=NEFS%C4%B0N+19+AFET%C4%B0&oq=NEFS%C4%B0N+19+AFET%C4%B0&aq=f&aqi=g2&aql=&gs_sm=e&gs_upl=5296l10562l1l15l15l0l6l6l0l390l1969l0.1.4.2l7&fp=5b7d5409a438b09c&biw=1003&bih=567


« Son Düzenleme: Haziran 18, 2011, 04:18:42 ÖS Gönderen: administratör » Logged
Sayfa: [1]
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2008, Simple Machines
LinkBacks Enabled by LordReco | FoRuMBoL Themes