+ ISLAMGREEN34 NEW WORLD » KÜLTÜR ______________________________________________________________________________________ » İSLAMİ DEFORMASYON ve ÇOK FARKLI KÜLTÜREL VE İSLAMİ KONULARA AİT DÖKÜMANLAR (Moderatör: İman_Power)
 SELEFİLİK İTİKADI - KONU İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ

Kullanıcı Adı: Beni Hatırla?
Şifre:
Sayfa: [1]
Konu: SELEFİLİK İTİKADI - KONU İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ  (Okunma Sayısı 20850 defa) Seçenekler Arama
« : Haziran 10, 2010, 03:48:01 ÖS »
admin
Ziyaretçi
SELEFİLİK İTİKADI - KONU İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ

SELEFİLİK İTİKADI - KONU İÇİN ALTTAKİ LİNKLERİ TIKLAYINI Z
VEYA YAZILI KONULARI OKUYUNUZ
YAZI DİZİSİ 4 BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR

SELEFİLİK İTİKADI 1. BÖLÜM

SELEFİLİK İTİKADININ ÇEŞİTLERİ - KONU İÇİN LÜTFEN ALTTAKİ LİNKİ TIKLAYINI Z

http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=TAKL%C4%B0D%C4%B0+SELEF%C4%B0L%C4%B0K&aq=f&aqi=&aql=&oq=&gs_rfai=

http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=SELEF%C4%B0L%C4%B0K+%C4%B0K%C4%B0+%C3%87E%C5%9E%C4%B0TT%C4%B0R&aq=f&aqi=&aql=&oq=&gs_rfai=

http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=SELEF%C4%B0L%C4%B0K+%C4%B0T%C4%B0KADININ+%C3%87E%C5%9E%C4%B0TLER%C4%B0&aq=f&aqi=&aql=&oq=&gs_rfai=

“Selefi”lik İddaları ve Gerçek “Selefilik”

Nisan 11, 2010 yazan Ebu El-Fida

بسم الله الرحمن الرحيم

En güzel hamd ve senalar bizi yaratan ve hidayete erdiren Rabbimize dir. En güzel salat ve selamlar, o yüce Nebiye H.z Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem'in- üzerine olsun.

Bu küçük risalede, selefilik anlayışının ne manaya geldiğini irdelemey e çalışacağız. Günümüz de birçok Müslüman; selefilik veya selefi denilince, kendileri ni selefi diye adlandırmaları, sayılarının çok olması, aynı zamanda birçok okul, enstitü gibi birçok dernek ve müesseselere hatta bir devlete (Suudi Arabistan)sahip olduklarından ve kendileri ni bu şekilde yani selefi diye tanıttıklarından dolayı ilk akla gelen selefi imajını, bu kısım oluşturmaktadır. Nitekim İnsanlar ve Müslümanlar doğal olarak hakiki selefiler ile bu sahte selefiler i birbirine karıştırmaktadırlar. Nihayet tabii olarak Müslümanlar bu tür selefiler in gerçek manada selef akidesine sahip olmadıklarını ve yaşantılarının belirli şeylerden ibaret olduğunu görünce, ister istemez selef anlayışından veya menhecind en uzaklaşmaya ve hakiki selefiler i de bu grup selefiler le karıştırıp beğenmemeye ya da haklı olarak eleştirme yoluna gitmekted irler. Sonuç olarak; İnsanlar bu tür insanları selefiliğin temsilcil eri olarak görmeye başlamışlardırlar. Oysaki bu kısım selefiler hakikatte selefilik le pek alakası olmayan, klasik selefi-telefi- diye adlandırdığımız, selefiliği temsil ettikleri ni zanneden insanlardır. Bunlar asla hakiki selefilik anlayışını temsil etmemekte dirler. Bu grubu da Müslümanların arasında, genel olarak Suudi Arabistan(istisnala r mutlaka vardır elhamdülillah) temsil etmektedi r. Oysa gerçeğin bundan ibaret olmadığını hep birlikte görmek ve hakikatle rin ortaya çıkmasını için rabbimden muvaffaki yet dileyerek başlıyorum.

Selefilik, Kuran ve sünneti sahabe ve tabiin gibi anlayıp, yaşamak manasındadır. Yani ilk dönemde yaşamış Müslümanlara selef denir. Nitekim günümüzde kedini ilk dönem Müslümanlarına nispet eden kişilere selefi denir.

Selef anlayışı bu ümmetin temel taşları ve esasıdır. Rabbimiz, birçoğunu cennetle müjdelemiştir. Bunlar, Rasululla hın (s.a.v) güzide ashabıdır. Kuran ve Sünneti; sahabe gibi anlayış ve yaşayış tarzıdır. Müslümanların takip etmesi gereken hakiki menhec bu menhecdir . Bu hak yol olan selef yoludur.

Ayrıca Selef anlayışı, Allah’ın kendileri nden razı olduğu bir topluluğun da anlayışıdır. Kendisini “Fırka-i Naciye” ve “Taife’t-ül Mansura’ya” nispet eden bir muvahhidi n takip etmesi gereken yolun da bu yol olduğunu iyi bilmemiz gerekmekt edir.

Fakat günümüzde bu selefilik diğer birçok kavram ve ıstılahlar gibi yanlış manalar kazandırılarak yukarda da anlatmaya çalıştığımız gibi Müslümanlara yanlış aktarılmakta veya yanlış insanlar bu menheci insanlara tanıtmaya çalıştıkları için yanlış ve olumsuz sonuçlar ortaya çıkmaktadır.

Nitekim bu yol günümüzde Müslümanların gözünde kötü, sanki uzaklaşılması veya ıslah edilmesi gereken bir yol halini almıştır. İşte bunun içindir ki bu iki grup arasında ki yani gerçek hakiki selef anlayışına sahip olan Müslümanlar ile kendini selefi diye adlandıran fakat gerçekte selefilik le ilgisi olmayan Telefi veya klasik selefi dediğimiz bu güruhun arasındaki farklılıkları ortaya koymaya ve hangi grubun hak üzere ve hangi grubun batıl ile karışık bir yol üzere olduğunu sunmaya çalışacağım, gayret bizden muvaffaki yet Rabbimizd endir…

MEVCUD SELEFİLER GENEL OLARAK İKİ KISMA AYRILIRLA R:

1- (Hakiki Selefi) gerçek selefi.

2- (Taklidi Selefi) klasik selefi veya telefi

Bu iki anlayışında birbirind en farklı yönleri vardır. Aşağıda ilk olarak Hakiki Selef anlayışına sahip olan ve hemen yanına da diğer - TELEFİ- veya klasik Selefi denilen güruhun anlayışını ortaya koymaya çalışacağım. Bunları kısaca şöylece sıralayabiliriz.

1- Hakiki selef anlayışına göre iman – kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve azaların amelidir. Yani iman; tasdik, ikrar ve ameldir. Bu nedenledi r ki bir Müslüman kendisini küfre sokan bir söz, inanç veya amelle İslam’dan çıkabilir.

- Telefi anlayışına göre ise: imanın tarifi bazıları tarafından yukarda ki gibi yapılsa dahi, tatbikte böyle değildir. Ayrıca bazıları da imanı sadece tasdik ve ikrar olarak tarif ederler. Dolayısıyla kişinin İslam’dan çıkmasını, kalbi ile helal görme şartına bağlarlar. Yani bir kimse kendini küfre götüren bir amel işlese dahi kalbi ile bu yapmış olduğu amel veya sözü helal görmediği müddetçe kâfir olmaz demektedi rler. Ve bu anlayışlarıyla da Mürcie fırkasından pek farkları kalmaz.

2- Hakiki selef anlayışında, Kişi tevhidini gerçekleştirdikten sonra, Allah’ın kanunlarının tatbik edilmesi için, İslami bir devletin yeryüzünde hakim kılınması ve yer yüzünde küfrün ortadan kalkması için takip ettiği metot;

A-Islah; İslam anlayışının selef akidesine göre düzeltilmesi.

B-Terbiye; Müslüman fertlerin in, İslam anlayışına, selef akidesine göre yetiştirilmesi.

C-Tasfiye; selef akidesine ters düşen inanç ve fikirleri n atılması ve öze dönüş.

D-Tanzim; İslami bir disiplin ve düzenli bir örgütlenme.

E-Hazırlık; İslami bir devlet için gereken temel hazırlıklar

F-Vakti geldiğinde cihad ile olacağına inanırlar.

- Telefi anlayışına göre ise: terbiye ve tasfiyeni n yani Müslümanların asıl orijinal akide olan, selef akidesine dönmelerinin gerekliliğine ve terbiyeni n yani fertlerin İslam terbiyesi ile ahlaklandırılmaları ile İslam devletini n kendiliğinden kurulacağına inanırlar. Tabi ki bu anlayış sünnetüllaha ve Allah resulünün(s.a.v)sünnetine tamamen aykırıdır.

3- Hakiki selef anlayışında, İslami bir devletin yeryüzünde ikame edilmesi ve Allah’ın kanunlarının geçerli kılınması için yapılacak hazırlıkları yerine getirecek, taifetül- mansura ve Fırka-i Naciye özelliklerine sahip olan bir cemaatin bulunması veya kişinin bulunduğu yerde bu grup yok ise bu cemaati kurmak gerekmekt edir.

- Telefi anlayışına göre ise: İslami bir devlet kurmak için böyle bir cemaatin olması genel olarak bidat olarak görülmektedir. Ayrıca bütün günümüzde ki cemaatler, gerektiği gibi bir cemaat olmadıkları için bidat işlemektedirler. İslami bir toplumun olması ve oluşturulması, İslami bir devletin kurulması için yeterlidi r.

4- Hakiki selef anlayışında, İslamiyet kemaliyet dinidir. Müslüman kınayıcının kınamasından korkmaz, İslam’ın bütün yönleriyle anlatılması ve yaşanması gerektiğine inanırlar. Yani ubudiyet, rububiyet, esma ve sıfatlarda tevhid, ibadet, ahlak, terbiye, siyaset ve cihad gibi, İslam’ın tümünden bahsetmey e ve yaşamaya çalışırlar.

- Telefi anlayışına göre ise: Genel olarak bu tip insanların yapmış oldukları zahiri meseleler ve suya sabuna dokunulma yan meseleler dir; namaz, abdest ve kabirlerd eki bidatler vs. pantolon ve sakal gibi şeylerle uğraşırlar. Hâkimiyet ve Tevhidi bozucu unsurlara veya yöneticilerin durumuyla pek ilgilenme zler.

5- Hakiki selef anlayışında, Tevhid gerçekleştirildikten sonra Müslümanları İslami bir devlete kavuşturacak yegâne vesilenin, cihada hazırlık, şartlar ve hazırlık tamamlandıktan sonra cihada kalkılmasıdır. Bu nedenledi r ki, yeryüzünde cihad meydanlarında savaşan erlere destek olmak ve onları desteklem ek farzdır, onlar Allahın dinini müdafaa etmekte ve kelimetul lahı yeryüzünde hâkim kılmaya çalışmaktadırlar.

- Telefi anlayışına göre ise: Zulme, küfre ve isyana karşı, cihadı bir düşünce yanlıştır. Müslümanların terbiye ve tasfiye ile uğraşmaları gerekmekt edir.

6- Hakiki selef anlayışında, yöneticilerin İslam’dan çıkmaları, inanç, söz ya da amel ile olur. Eğer yöneticiler İslam’dan çıkmışlarsa, Müslümanların onları indirilme si ve onlarla savaşması gerekmekt edir. Nitekim bu düşünce; zalim ve hain yöneticilere baş kaldıranların desteklen melerini gerekli kılar.

- Telefi anlayışına göre ise: Bir kimse söylemiş olduğu küfür sözü veya işlemiş olduğu küfür ameli ile İslam’dan çıkmaz. Ancak kişi yapmış olduğu veya söylemiş olduğu küfrü helal gördüğü zaman İslam’dan çıkar. Dolayısıyla günümüz yöneticileri; yapmış oldukları şeyleri helal görüyoruz, demedikle ri müddetçe Müslüman’dırlar hükmünü verirler. Bunun içindir ki yöneticilere karşı ayaklanmış ve baş kaldırmış cihad eden Müslümanlara havariç, fitneci ve terörist demektedi rler.

7- Hakiki selef anlayışında, Mübarek Suudi Arabistan topraklarına, kendi rejimini ve koltuğunu korumak için kâfir Amerikan askerleri ni, hicaz topraklarına davet etmek, kişinin küfrü için yeterlidi r. Dolayısıyla böyle bir yöneticinin meşruiyeti kalmamış ve ona karşı mücadele ve cihad edilmesi gerekmekt edir.

- Telefi anlayışına göre ise: böyle bir durum yukarda da dediğimiz gibi, kişi bu yapmış olduğu şeyi helal görmediği müddetçe İslam’dan çıkmaz ve nitekim meşru bir yöneticidir.

8- Hakiki selef anlayışında, herhangi bir kimse eğer Müslümanlarla mücadele etmek için uluslarar ası anlaşmalara imza atar ise bu kâfirdir. Bu kimse ister devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı olsun fark etmez.

- Telefi anlayışına göre ise: Bu tür uluslar arası anlaşmalar gereklidi r. Çünkü ülke güvenliğini tehdit etmekte ve huzura darbe vurmaktadır.

9- Hakiki selef anlayışında, İslam’a savaş açmış, Müslümanları terörist ilan eden ve bütün gücü ile İslam’la savaşan(Suudi Arabistan’ın, A.B.D den yardım alması) bir devletten yardım almak kişinin küfrü için yeterlidi r.

- Telefi anlayışına göre ise: bir devletin güvenliğini tehdit eden ve diğer saldırgan güçlere karşı böyle bir yardım alınması caizdir ve hatta gereklidi r.

10- Hakiki selef anlayışında, her insan hata yapabilir ve bu nedenledi r ki her bir insanın sözü kuran ve sünnete uyduğu müddetçe alınabilir ve uymazsa alınmaz, atılır. İslam da taassubiy et yoktur. Peygamber lerden hariç kişiler masum değildir hata yapabilir ler.

- Telefi anlayışına göre ise: herkesin hata yapabilec eğini bunlarda kabul ederler fakat bu konuda tatbike gelince başkalarını eleştirdikleri konuda kendileri hataya düşerler ve belirli şeyhlerin ( Elbani / Useymin / Bin Baz / Fevzan ) kitaplarına ve fetvalarına taassup ederler ve bazen de kuran ve sünnetin önüne geçirirler. Hâlbuki kendileri, tasavvufçuları bu konularda çok aşırı bir şekilde eleştirirler.

11- Hakiki selef anlayışında, Şirk ve küfür kanunlarının konulduğu, Allah’ın kanunlarının değiştirildiği meclis ve parlament olara girmek caiz değildir.

- Telefi anlayışına göre ise: bazılarına göre bu tür meclis ve parlament olara girmek caizdir.

Sonuç: Ümit ederim ki, “Hakiki Selefi” anlayışı ile “Telefi” anlayışının birbirind en farklı olduğu anlaşılmıştır.

Muvaffaki yet Allahtan, hata ise bizden ve şeytandandır…

Rabbim! Bizlere hakkı hak, batılıda batıl göster… (Âmin!)


Ebu El-Fidâ

http://www.sadakat.net/forum/vehhabiligin-belini-kiran-kitap-t39978.0.html

http://www.milligazete.com.tr/makale/afgan%C3%AE-mezhebi-142776.htm
Afganî Mezhebi 06 KASIM 2009
CUM 03:50
[-] Normal
  • GündemTavsiye EtYazdırPaylaş Yorum YazCemalüddin Afganî'yi sevmem ya, bendeniz "Onun taharet bezi bile olamayaca k" bir kimseyimd ir bazılarınca.

Peki, azılı Farmason Afganî'yi tutsam, övsem, göklere çıkartsam, onu İslâm dünyasını kurtaraca k bir önder ve rehber olarak gösterseydim, ne olurdu?.. Aferin derlerdi, Şevket Eygi doğru yoldadır derlerdi.

Benim bir Müslüman olarak Afganî'yi tutmam, desteklem em, övmem mümkün müdür? Değildir.

Bu anlaşmazlıkta hangi taraf haklıdır?

Afganî'yi tenkit eden, yeren, kınayan Ehl-i Sünnet Müslümanları mı, yoksa "Onu tenkit edenler onun taharet bezi olamaz" diyenler mi?

Yakın tarihimiz de bu Afganî sevgisini, onun Müslümanları kurtaraca k önder ve kılavuz olduğu edebiyatını ünlü bir ilahiyatçı çıkartmıştır.

Afganî sacayağın bir ayağıdır. Diğer ikisi Muhammed Abduh ve Reşid Rıza'dır.

Öyle akılsızlar var ki, hem Sultan Abdülhamid'i çok sever, hem de Afganî'yi göklere çıkartır. İkincisinin, İngiliz ajanı Blunt'la işbirliği yaparak birincisi ni tahtından indirmek istediğini bilmezlik ten gelir.

Türkiye'de öyle radikal İslâmcılar vardır ki, hem Humeynî'yi çok sever, hem de Muhammed ibn Abdilvehh ab'a aşıktır. Bu iki sevginin bir gönülde birleşemeyeceğini idrak edemezler . Radikal İslâmcı aklı...

Ali Şeriatî âşıklarına ne demeli? Adam, İslâm Şinasî kitabında "Allah gerçek bir Janus'tur" diye yazıyor. Janus, iki çehreli bir Roma putu. İslâm dininin temel inançlarından biri muhalefetün lil-havadistir. Büyük İslâm İlmihali'nde bu konuda şu bilgi veriliyor: "Havadise muhalefet, sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır... Allahü Teâlâ, yaratılmış şeylerden hiç birine bir veçhile benzemez. Hepsine muhalifti r. Hatırlara ne gelirse gelsin, Allahü Teâlâ onlardan muhakkak başkadır." Allah'ı taştan yontulmuş bir puta benzetmek ne korkunç ve iğrenç bir teşbihtir. Lakin, Şeriatî hayranları bunu düşünmezler. Adam ihtilâlcidir, radikaldi r ya, ne halt ederse etsin, ne derse desin...

Ortalık neo-haricî ile dolu. Haricîliğin ne olduğunu bilmezler ama...

Vehhabîler kendileri ne Vehhabî denmesind en hoşlanmaz, Selefî postuna bürünürler.

Selefîlik nedir?.. İbnTeymiye'nin ve Muhammed ibn Abdilvehh ab'ın mezhebidi r.

Bir de asıl Selefler vardır. Onlar Ashab-ı Kiram, Tâbiîn ve ilk çağdaki büyük Müslümanlardır. Bu asıl selefîlik bir mezhep ve fırka değildir, mübarek ve muazzez bir taifedir. Ne mutlu onları sevenlere, onların yolundan gidenlere .

Ashab-ı Kiram, din konusunda, Peygamber Efendimiz in dâvetini, Sünnetini, hadîslerini insanlara ulaştırmak hususunda âdildirler. Böyle inanmayan Ehl-i Sünnet'ten çıkar.

Bugünkü Müslümanlığı Emevîlik ve Abbasîlik Müslümanlığı olarak gösterip tahkir edenler doğru yolda değildir.

Peygamber den sonra İslâm dünyasında bozuk fırkalar ve hizipler çıkmıştır ama asıl gerçek İslâm kaybolmamıştır. İslâm'ın ana caddesi açıktır. Cumhur-i ulemâ yolunda kopukluk, kesinti olmamıştır.

Başlangıcından bugüne kadar ana caddeye bakalım:

Ashab-ı kiram... Tâbiîn... Tebe-i Tâbiîn...Selef-i Sâlihîn... Eimme-i müctehidîn... Her asırda karnen ba'de karnin birbirini takip eden icazetli ulemâ ve fukaha...İcazetli müfessirler ve muhaddisl er...Sils ileleri ve icazetler i Peygamber e ulaşan kâmil mürşidler.

İmamı Azam, İmamı Malik,İmamı Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel ve diğer müctehidler.

Buharîler, Müslimler, Tirmizîler ve diğer hadîs imamları.

Büyük müfessirler.

İmamü'l-Haremeyn Cüveynî, onun talebesi Gazalî, daha onlar gibi yüzlerce dünya çapında allâme, binlerce büyük ulemâ, yüz binlerce ulemâ... Bu yol ne kadar geniş, ne kadar parlak, ne kadar ruhanîdir. İnsan bunu bırakıp da çıkmaz sokaklara, hizip ve fırka patikalarına sapar mı? Bunca Ehl-i Sünnet ulemâsı yanında İbn Teymiye'nin ne hükmü olur?

Cemalüddin Afganî'nin bunların yanında esâmisi okunur mu?

Ehl-i Sünnetin yolu Ehl-i Beytin yoludur.

Yakın tarihimiz de halkı Ehl-i Sünnet'e çağırmış Şeyhülislâm Mustafa Sabri'ler, Zahid el-Kevserî'ler, İsmail Yusuf Nebhanî'ler, Zeynî Dahlan'lar var.

Afganî'yi tenkit edenler onun taharet bezi olamazmış... Ne kadar boş bir lâftır bu. Afganî, bu saydığım gerçek İslâm büyüklerinin, ulemânın, eimmenin, fukahanın ayaklarının tozu bile olamaz.

Şu ilâhiyatçıya bakınız. Ona göre Ebu Hureyre hadîs uydurmuş... Bunu söyleyeni terazinin bir kefesine koysalar, öbür kefeye Ebu Hureyre'yi...Kim ağır basar?

Aklı olan Müslüman ana caddede, Sünnet ve Cemaat yolunda yürüsün; şazz, aykırı, bid'at yorumlard an uzak dursun.

Kendileri ni Sünnî gösteren, din sömürüsü yapan, sapık ve bozuk görüşler ileri süren kişiler ve zümreler yok mudur? Vardır ama onlar Ehl-i Sünnet değildir, Ehl-i Sünneti temsil etmezler.

Ehl-i Sünnette esas olan Kur'ân ve Peygamber ahlâkıdır. Ehl-i Sünnet din sömürüsünü kabul etmez. Din sömürücüsü, mukaddesa t bezirgânı alçaklar harbî kâfirlerden daha tehlikeli eşkıyadır.

Ehl-i Sünneti kaldırıp, onun yerine Afganî ve Fazlurrah man mezhebini koymak istiyorla r. Allah onlara fırsat vermesin.

Böyle bir şey büyük felâket, büyük mânevî yıkım olur. Din ve Şeriat elden gider.

(İkinci yazı)

ÇARŞAF VE PEÇE

EZHER Üniversitesi şeyhi (rektörü) sarıklı hoca İslâm'da peçe yoktur dediği için tenkitler e uğradı, münakaşalar çıktı.

Peçe halen birçok İslâm ülkesinde kullanılıyor. Arabistan'da mecburîdir. Birkaç yıl önce Suriye'ye gittiğimde Haleb sokaklarında peçeli hanımlar görmüştüm. İngiltere'de, Fransa'da, diğer Avrupa ülkelerinde de peçe takan Müslüman hanımlar vardır.

Sultan Abdülhamid zamanında İstanbul'da Müslüman hanımların peçe takması konusunda resmî emir çıkarılmıştı. Bu emir beş vakit namaz kılan, Şeriat taraflısı olan, üç tarikata mensup bulunan Halife-i Müslimînin iradesi idi.

Bendeniz ölçü olarak Osmanlı'nın İslâmî tatbikatını kabul ederim. Osmanlı'nın zıt kutbu olan Vehhabîler bile peçe taraftarıdır.

1970'lerde Almanya'da yaşadığım zaman, Alman Müslümanı dostlarımdan Muhammed Sıddık ve Muhammed Harris beyler evlenecek birer hanım bulmak için Malezya'ya gitmişlerdi. Bu iki mühtedi de Arabistan'da din tahsili yapmıştı, İslâmî kıyafetle gezerlerd i. Orada iki kızın aileleriy le görüşmüşler ve onları nikahlama k için bir şart koşmuşlardı: Kızlar tesettürlü idi ama peçeli değildiler, Alman gençler "Peçe takmayı kabul ederlerse onlarla evleniriz" demişlerdi...

Ezher şeyhinin İslâm'da peçe yoktur demesi esassız ve temelsiz bir laftır. İmamü'l-Müslimîn ve Emîrü'l-Müslimîn olan zat, ulema ve fukaha ile istişare ettikten sonra ülkede yaşayan muhaddera t-ı İslâmiyenin peçe kullanması hususunda emir verebilir .

İnsanların temel hak ve hürriyetlerinden biri de kılık kıyafet, giyim kuşam, serpuş konusunda dır. Bu hürriyet elbette tanzim edilebili r, lakin tamamen ortadan kaldırılamaz.

Bizdeki rejim açık, mini etekli, bikini mayolu, seksî kıyafetli kadınlara nasıl karışmıyorsa, dindar Müslüman hanım ve kızların çarşaflarına, tesettür kıyafetlerine ve hattâ peçelerine de karışmamalıdır.

Bizdeki Müslüman erkeklere ve Müslüman kadınlara kıyafet ve serpuş konusunda yapılan baskılar ve bu konudaki tabular evrensel insan haklarına, adalete, nasafete, eşitliğe, demokrasi ye, hikmete aykırıdır.

Bir iki hafta önce gazeteler yazdı, ABD'de 800 kız öğrencisi olan bir lisede sağlık taraması yapılmış, kızların 150'si hamile çıkmış!.. Hamile olmayanla r da tedbir almışlarmış!.. Ben bir Müslüman olarak böyle bir medeniyet i kabul edemem. Edersem, İslam'ı inkar etmiş olurum.

Bazıları mini eteği çok normal ve tabiî kabul ediyorlar . Onlara derim ki: "Çarşaf ve peçeyi de o derecede normal ve tabiî karşılamak zorundasınız."

Çarşaf ve peçe öcü imiş, çok çirkinmiş... Zevkler tartışılmaz. Çarşaf ve peçe konusunda büyük edib Yakup Kadri'nin (Karaosman oğlu) 1915'te yazdığı "Çarşafa ve Peçeye Dair" başlıklı nefis yazıyı okuyalım.


http://www.timeturk.com/TV-kanallari-ve-Islamin-Laiklestirilmesi-20315-haberi.html
Pazartesi 04.08.200 8 - 07:51


Yeni Davetçiler ve Dinin Laikleştirilmesi

Husam Temmam*

90?lı yılların ikinci yarısı daha sonra yeni-davetçiler olarak bilinen bir akımın ortaya çıkmasına şahit oldu. Bu olgu, resmi dini müesseselerde olduğu gibi resmi şekliyle (Ezher-i Şerif, Evkaf Dairesi Başkanlığı ve Fetva Kurumu gibi) ya da örgütsel yapıya sahip mutedil (Müslüman Kardeşler) ve devrimci İslami akımlarda (İslami Cihad ve Cemaat-i İslami gibi) hareketle rin genel İslami konjonktüre hâkim olduğu ?Kurumsal İslam? olarak isimlendi rilen şeyin gerilemes i ile eşzamanlı olarak gelişti.

Bu dönem, Mısır Devleti?nin İslamcı muhalifle rine karşı bir araç olarak gördüğü Ezher-i Şerif?e ve diğer dini kurumlara hâkim olma sürecinin tamamlanm ası olarak algılandı. Bu kurumlar, aslında devletin muhalifle rine karşı sertlik yanlısı tutumunu meşrulaştırmaktaydı. Bu durum, söz konusu dini kurumların önemli bir bölümünün itibar kaybetmes ine yol açtı çünkü halk, eskiden nispeten bağımsızlığa sahip bu kurumların devlete bağlı hale gelip bağımsızlığını kaybettiğini düşünmeye başladılar. İçinde Devrimci İslamî unsurların da bulunduğu genel anlamda İslami hareketin durumu da daha iyi değildi. İslami hareketin mutedil kanadı olan Müslüman Kardeşler, yaklaşık olarak 10 yıl boyunca rejimle çatışmaya girerek kamusal alandaki görünürlülüğünü yitirdi, halka yönelik çalışmalarını aksattı.

Devrimci ve cihatçı İslami akımlar ise 1997 yılında, Mısır tarihi boyunca meydana gelen en kanlı eylem olan el-Aksar katliamına imza atmalarının ardından sonlarını ilan etmiş oldular. Bu tarihten sonra şiddet tamamıyla durdu, bu hareketin üyelerinin bir kısmı hareketin çizgisini yeniden gözden geçirirken kalanları ise yurt dışına çıkarak el-Kaide?ye katıldılar.

Bu genel hava ise o zamana kadar var olan çizginin dışında, farklı bir davet anlayışının bir başka ifadeyle yeni davetçi anlayışının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Yeni davetçi anlayışla birlikte yaşça genç ve gelenekse l olmayan bir davetçi profili ortaya çıktı. Bunlardan bazılarının isimlerin i saymak gerekirse, Amr Halid, Halid el-Cündi, Halid Abdullah, Safvet Hicazi, Mustafa Hüsni, Muiz Mesut vs.. Aralarında hiç de azımsanamayacak müşterekler vardı. Bu isimlerin çoğu dini bir eğitim almayıp pozitif bilim ya da sosyal bilimlerd e eğitim görmüş kişilerdendi. Ancak dine yatkınlıkları vardı ve dini konularda kendi kendileri ni yetiştirmişlerdi. Önemli bir bölümü ise ayrıcalıklı toplumsal sınıfların üyeleriydi. Çoğu ?Kurumsal İslam? çerçevesinin dışında kalan insanlardı. Hiçbir hareket veya örgütle bağlantıları bulunmuyo rdu. Geçmişte böyle bir bağları vardıysa da bu bağ, ya geçmişte kalmış ya da etkisiz ve zayıf bir bağdı. Hepsi, söylemlerinde dini mercilerl e dini olmayan merciler arasında herhangi bir çelişki meydana gelmesi konusunda en küçük bir rahatsızlık duymadan ikisini de aynı anda kullanıyorlardı.

Bu olgu, yeni ve daha önce bilinmeye n bir dindarlaşma anlayışını yani bireycili k üzerine kurulu bireysel dindarlığı da beraberin de getiriyor, refah, tüketim ve faydayı yüceltiyordu. Kendileri ne göre bu çizgi aslında daha çağdaş; kültürüyle, düşüncesiyle dünyaya daha açık bir dini anlayışı temsil ediyordu. Bu anlayış temelde ahlakiliğe dayanıyor, akaidi tartışmalara önem vermeden, insanların ahlaki standartl arını yükseltmeyi amaçlıyordu. Bu, devrimci olmayan, barışçıl ve vakıada en küçük bir değişiklik yapma hedefinde n yoksun bir anlayışı beraberin de getiriyor du. Aslında bu kimseler, temsil ettikleri toplumsal sınıf olan orta-üst tabakanın dini duygularını ve zevklerin i tatmin etmeye daha yakın duruyorla rdı. Bu, tamamen siyaset alanının dışında kalan bir dindarlaşma olup en küçük bir siyasi hedefe bile sahip değildi. Köklü bir toplumsal değişimi asla hedefleme mekteydil er. Ayrıca ne konumlarını ne tutumlarını ne de toplumsal duruşlarını değiştirme ihtiyacı hissetmey en, yandaşlarına külfet getirmeye cek bir dini anlayış sunuyorla rdı.

Davetçilerin gelenekse l mekânlarının mescitler gelenekse l araçlarının da Cuma hutbeleri, vaaz halkaları, fetva dersleri olmasına rağmen bu yeni davetçiler gelenekse l mekânlar ve araçlarda değişikliğe gitmişlerdir. Artık onlar interneti ve TV?yi en önemli araçlar olarak kullanmak taydılar.

Başlangıçta bu yeni davetçiler ya ulusal kanallard a ya da dini programla rında yeniliğe gitmek isteyen uydu kanallarında görünmeye başladılar. İslam?ı insanlara gelenekse l olan metotların dışında bir yöntemle anlatan bu yeni davetçilerle birlikte söz konusu dini programla r canlılığını yeniden kazanmaya ve aslında bu tür programla rı izleme gibi bir alışkanlığı olmayan devasa bir kitle tarafından izlenmeye başladı. Aslında halkta da, yapılmakta olan dini programla rın içeriğinin değiştirilmesi yönünde bir istek vardı, özellikle de devlete bağlı olan TV kanallarında bu istek daha bariz bir şekilde görünüyordu. Bu çerçevede Mısır Televizyo nu?nun Amr Halid?in dini vaazlarına, ülkenin en önemli TV yıldızlarından biri olmadan önce yer vermeye başladığını görüyoruz.

Amr Halid gibilerin in tespih taneleri gibi dağılan programla ra ve dini vaazlara ilgi artınca İkra gibi vaaz ve İslam?ın anlatımı konusunda gelenekse l İslami yöntemlere sahip olan TV kanalları dahi bu kişilere kucaklarını açtılar. Ancak burada İkra TV?nin sahibi olan Salih Kamil?in aynı zamanda içinde LBC gibi Lübnan?daki Maruni Hristiyan lara ait kanalların bulunduğu ART grubunun sahibi olması da dikkat çekicidir.

Daha sonra bu olgu iki ayrı yönde ilerleyec ekti. Birinci yönelim söz konusu yeni davetçi anlayışın Arap uydu kanallarında yaygınlaşıp moda haline gelerek el-Mihver, Dureym gibi TV kanallarında sürekli yayınlanan programla r haline gelmesi. İkinci yönelim ise er-Risale, en-Nas, Hikmet, Rahmet gibi İslami nitelemel er taşıyan yaklaşık 25 TV kanalında yayınlanan programla rın en can alıcı bölümlerinde yer almaya başlamaları.

Söz konusu TV kanalları, bu yeni davetçileri, star üretimine uygun olarak yıldızlaştırdığı gibi aynı zamanda gelenekse l davetin mekanı olan mescitler de iyi bir dinleyici kitlesine sahip vaiz ve davetçileri de kendine çekmeye başladı. Bu da gelenekse l davette sembol isimler haline gelmiş kişilerin TV starı olma süreçlerini başlatmış oldu. Özellikle bu noktada en-Nas kanalının selefî davetin önder isimleri olan Şeyh Muhammet Hüseyin Yakub, Şeyh Ebu İshak el-Huveyni, Şeyh Muhammet Hasan, Şeyh Mahmud el-Mısri gibi kişiler, bu süreçte aktif olarak yer aldı. Aslında ilginç olan, en-Nas?ın, kardeş kanal el-Haliciyye gibi şarkı video kliplerin in yayınladığı bir kanal olmaktan çıkıp süreç içerisinde dini bir kanala dönüşüyor olmasıydı. Bu iki kanalın da sahibi Mansur bin Kedese idi.

Dini vaazla ilgili yeni bir planlama geliştiren en-Nas adlı kanal, mevcut dini vaazın ve davetin önde gelen starlarına ilgi göstermeyip daha çok kanallard a görülmeyen selefi davetin önde gelen isimlerin e yer ver vermeye ve onlara dini görüşlerini insanlara telkin etme fırsatını vermeye başladı. En-Nas, diğerlerinden çok daha zekiydi, Arap ve İslam ülkelerine uydudan yayın yapmakta olan TV kanallarında, kendileri ni ifade edemeyece k konumda olan selefi âlimlere yer açmış oldu. Ancak bu da en azından siyasi açıdan risksiz bir alandı. Özellikle de hiçbir siyasi yönelimi olmayan selefi din adamlarının seçilmesi ilginçti. Çünkü bu selefi çizgi, siyasi olmadığı gibi, diğer selefi akımlarıyla karşılaştırıldığında güvenlik güçlerinin tepkisi ve öfkesi nedeniyle hiçbir zaman politikleşmesi mümkün olmayan bir akımdı. İlmi selefiliğin bazı isimlerin i dahi televizyo na çıkarabilirler ancak siyasileşme ihtimali olan selefilik bu kanallard a kesinlikl e yer bulamazdı. Örneğin selefi akım içerisindeki İskenderiye ekolü, ilmi selefilik olarak değerlendirilmekte olup yetmişli yıllarda Cemaat-i İslami?nin halen Mısır Üniversitelerinde faal olduğu dönemlerinden kalma ileri bir siyasi bilinç ve örgütsel bir ruhu korumakta dır.

Dini Kanallar ve Dindarlığın Laikleştirilmesi

Burada yeni davetçi anlayışın ortaya çıkışıyla dini kanalların yaygınlaşması arasında birbirini tamamlaya n kopmaz bir bağ vardır. Bu bağ birçok seviyede izlenmesi ve gözlenmesi mümkün olan bir olgu olup, bazen birbirler iyle pazarlık etmekte bazen birbirini etkilemek te ama her ikisi de birbirini desteklem ektedir. Bu paradoksa l durum, uydu kanallarındaki dini programla rın giderek laikleşmesine neden olmaktadır.

İslam?ın bir din olarak özelliklerinden ne kadar bahseders ek edelim, İslam?da dini olguyu irdeleyen herhangi bir ciddi araştırmanın, evrensel bir karakteri stiğe sahip gibi görünen dini yaşantıda meydana gelen değişim ve dönüşümlerden bağımsız bir şekilde ele alınamayacağını düşünüyorum.

Aksine dinin son yükselişi ve dinin uydu kanallarında yeni davetçilerin vaazlarında da görüldüğü gibi kamusal alanda çokça boy göstermesini, büyük anlatıların sona ermesi ve modern devletin tesisiyle birlikte laik bir karakter arz eden dindarlaşma gibi son döneme damgasını vuran gelişmelerden ayrı telakki edemeyiz.

Dünyaya düşüncelerini, kanaatler ini, siyasi, toplumsal ve ekonomik projeleri ni anlatan büyük anlatıların (ideolojil erin) çöküşü, kamusal alanın ihtiyaç duyduğu ritüeller ve semboller i içeren temel kaynak olması nedeniyle dine olan talebin artmasına yol açtı. Dine olan talebin artışındaki temel faktör sadece ekonomik ya da toplumsal olmayıp bu dönüşümü algılama noktasında çok daha hassas olan medyadan da kaynaklan maktadır. Medya bunların yanında din ve kimlik hakkındaki soruların ve arayışların son dönemlerde tırmanış göstermesiyle birlikte bu dini talebi yerine getirmeye çok daha elverişli bir yapı özelliği arz etmektedi r.

Bu evrensel dönüşümler, dinin kamusal alanla olan irtibatı noktasında sadece semboller, ritüeller ve anlamlarl a yetinmemiş; derinde dinin kendisini de kavram ve yaşayış olarak dönüştürme düzeyine ulaşarak dini laikleştirmeye başlamıştır. Dini laikleştirmeye çalışan olguların başında dini uydu kanalları ve yeni davetçiler gelmekted ir.

Dinin kurumsallıktan bireysel yaklaşıma evrilmesi yle birlikte dindarlığın laikleştirilmesi tamamlanmış, dinle insan arasındaki anlamlar bütünü, bireysel bir ilişki haline getirilmiştir. Bu tür bir bireysel din anlayışı da maalesef toplum bazında büyük kabul görmüş, son tahlilde dini kurumsalcılığı ya da dinin kurumsal boyutunu yok sayan bir noktaya indirgenm iştir. Bu da yeni-davetçilerden birer TV starı çıkarma noktasında dini uydu kanallarının üslendiği misyonu layıkıyla yerine getirdiğini gösterir. İzleyicinin dinle olan ilişkisi bir seçme ilişkisine indirgenm ekte, böylece izleyici, dini kanaatler arasında karşılaştırmada bulunarak tamamen bireysel bir tercihte bulunmakt adır. İzleyici yine bu din konusunda toplumun gösterdiği büyük teveccühle tamamen bireysel bir mantıkla yüzleşmekte, bunun neticesin de de kurumsal boyutunu yitiren din giderek pazarda arz talep eksenine oturan bir olguya dönüşmektedir. Bu pazarda izleyicil er kendileri ne en uygun olan dini seçeneği almakta ve ona prim vermekted irler.

Din etrafındaki tartışmalar, konu üzerinde uzmanlaşmış kişiler ya da âlimlere değil kamusal alana taşınarak din laikleştirilmektedir. Kamusal alan genelde laik bir karakter arz eder, çünkü medyanın merkezi bir rol oynadığı iletişimin demokrati kleşmesi denen işleyiş, tartışma ve diyalog esası üzerine kuruludur . Medya, rekabet mantığına uygun olarak dini tartışma sürecini karşılıklı çatışmaların ve bireysel tercihler in artışı temelinde hızlandırır. Yavaş yavaş dinin nass üzerinde ittifak edilen, sabit, dokunulma z olan hususları dahi yok olmaya başlar ki bu da dinin laikleştirilmesi demektir.

Dini uydu kanallarının ve programla rın oluşmasına katkıda bulunduğu dini referansl arın ve yeni davetçilerin çoğulculuğunun fetvaların çoğulculuğuna da yol açması nedeniyle din, toplumsal (ki bu İslam?ın özüdür) değil bireysel bir özellik arz eden bir yapıya dönüşür. Bu çoğulculuk ve seçme de arz-talep kurallarına göre işler, ki bu aslında kapitaliz min mantığıdır.

Yeni davetçiler ve dini TV programla rının daha derin bir şekilde incelenme si, dinle girdiği çoğulculuk ilişkisi bakımından piyasa mantığından çok da farklı olmayan bir anlayışla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini bizlere gösterirken, diğer taraftan da bu yeni davetçilerin pazar mantığıyla hareket etmelerin in sonucu olarak belki de İslam tarihinde bir ilki gerçekleştirerek yaptıkları vaazlarla ilgili telif hakkı iddia etmelerin i beraberin de getirmiştir. Bu da, söz konusu yeni davetçilerin fikrî haklarını kabul etmeyen ya da bu hakları ihlal edenlere karşı dava açma ve tazminat isteme sonucunu doğurmaktadır. Örneğin bu yeni davetçilerin sembol ismi sayılabilecek isimlerde n Amr Halid, yaptığı TV programla rına karşılık bir milyon Mısır Cüneyhi?ne yakın para istemiştir.

Bu çerçevede bu yeni davetçilerle söz konusu uydu kanallarının sahipleri arasında kullanılma, tekelleşme ve rekabet şeklinde tecelli den piyasa ilişkisinden de söz edebiliri z. Örneğin yeni davetçi, herhangi bir uydu kanalıyla yaptığı dini vaazların (davetin!) başka televizyo n kanalında (rekabet!) yayınlanmaması konusunda bir sözleşme yapabilme ktedir. Bu ilişki biçimi özellikle bu kanalların faaliyetl eri ve yatırımlarıyla ilgili bazı konularda dinin özünü etkilemek tedir. Burada biraz durup davetçi Halit Amr?la İkra kanalının yanında şifreli yayın yapan birçok başka kanalın ve bütün bu kanalların çatı grubu olan ART?nin sahibi olan Suudi iş adamı Salih Kamil?le ilişkisi üzerinde düşünmek gerekmekt edir. Bu piyasacı ilişki modeli ışığında bakıldığında kendisini n daima müftü değil bir davetçi olduğunu söyleyen Amr Halid, ülkenin fakir mahallele ri de dâhil olmak üzere birçok yerinde yaygın olan şifre çözücülü uydu alıcılarının kullanılmasının -kendi programla rının parasız seyredile cek olması hasebiyle- haram olduğuna ilişkin fetva vermekted ir.

Öyleyse, uydu kanallarında boy gösteren dini programla r tam da Fransız filozof Patrick Michael?in işaret ettiği gibi izleyicin in diniyle tüketim ilişkisine girdiği bir ilişki biçimini temsil etmektedi r. Böylelikle izleyici, içinde zorlama durumunun olmadığı bir değerler sistemine uygun olarak konforlu bir haleti ruhiye içerisinde dinden istediğini alıp istediğini atma özgürlüğünü hissetmek tedir. Dinle girilen bu tür bir tüketim ilişki sonucunda izleyici, kendisine sunulan bu dini anlayışı reddedebi lecek ve başka bir kanaldaki başka bir davetçinin yorumlarını kendisi için daha kabul edilebili r görüp tercih edecektir . İzleyicinin dini uydu kanallarıyla olan ilişkisi, içinde filmlerin, video kliplerin ve şarkıların yayınlandığı diğer normal kanallarl a ilişkisinden farkı olmayacak tır. Listedeki lerden en çok hoşuna giden birini seçecek ve onu izleyecek tir. Kriter aynıdır: Kişinin rahatına ve konforuna uygun bir tüketim biçimi.

Uydu kanallarının ortaya çıkardığı dini starlar, dinleri ne olursa olsun kendi aralarındaki ayrılıklardan çok benzerlik lerin bulunduğu bir yapı ortaya koymaktadır. Bu nedenle, kendisind en çok daha önce bu programla rı yapmakta olan ABD?deki Hıristiyan Protestan din adamlarıyla yeni davetçiler arasındaki bu benzerlik garip karşılanabilir. Ortak yönleri ise starlık vasıflarıdır. Star olan vaiz ya da vaizin starlığı ve bunlar üzerine kurulu olan reklama, piyasaya dönük ilişki biçimi. Değerini kendisind e barındıran ve her an ticari bir markaya dönecek olan bir ilişki biçimi.

Ancak star vaiz profili İslami davet alanında hiçbir zaman orijinal bir yere oturmayac aktır. Sadece yeni davetçilerin davet alanında oturtturd uğu piyasa mantığının ve uydu kanalları çağının bir çocuğu olarak kalacaktır. Çünkü dine yönelik bu yaklaşım biçimi, kökleri çok derinlerd e olan ve takvayı, zühdü, şöhretten uzak kalmayı hedefleye n gelenekse l davet biçimleriyle bütünüyle çelişmektedir.



*Mısırlı araştırmacı-yazar

 

Bu makale İslam Özkan tarafından TİMETURK için tercüme edilmiştir.


http://www.zehirli.org/node/1408?page=35
SELEFİLİK İTİKADI BİR MEZHEP MİDİR?
Deniz tarafından Salı, 2007-09-04 21:50 tarihinde gönderildi. ehli sünnet vel cemaatsapık fırkaselefselefe bağlılıkselefilerselefilik
Nazariyed e doğru kabul edilebili r gibi görünen, fakat pratikte yanlış neticeler e sebeb olan hükümlere “Paradoks” denilir. Bu hal, insan aklının kendi kendine kurduğu bir tuzaktır. Muhakkak ki her mü’min; Resûl-i Ekrem (sav) ve Ashabının takip ettiği yolu (yani Asr-ı Saadeti) esas kabul eder. Ehl-i Sünnet ve’l cemaate mensup olabilmen in ilk şartı budur. Son yıllarda “Selefilik” adı altında; herhangi bir usule bağlanmayı ve müctehid imamlara tabi olmayı hakir gören bir akım teşekkül etmiştir. Daha ziyade sloganlar la ve suçlayıcı mantıkla yürüyen bu akımın, selefi salihin ile bir alakası yoktur. Bazen hak bir söz ile batıl murad edilebili r. Nitekim hariciler; “Hakem Hadisesin i” bahane ederek ve “Hüküm ancak Allahû Teâla (cc)’ya aittir” diyerek, Hz. Ali (ra)’yi küfre düşmekle suçlamışlardır. Bunu duyan Hz. Ali (ra): “- Hak bir söz!.. Ancak bununla batıl murad edilmekte” demiş ve üzüntüsünü beyan etmiştir.

İslâm teşri tarihinde; “Selefilik” diye bir mezhep ve usûl mevcut değildir. Selef-i Sali-hin’e muhabbet noktasında her mü’min samimidir . Bazı kimseleri n “-Biz selefiyiz” diyerek, diğer mü’minleri “Selef-i Salihin’e muhalefet le” suçlamaları iftiradan ibarettir .

http://www.zehirli.org/konu/ibni-teymiyye-kimdir.html
İBNİ TEYMİYYE KİMDİR?
Deniz tarafından Per, 2007-08-23 21:25 tarihinde gönderildi. Ehl-i Sünnet dışıfelsefecilerHüseyin Avni Kansızoğluibn-i Teymiyyem ezhepsizl iğin liderleri mezhepsiz likMurat Yazıcısapık fikirlers elefilikv ehhabilik
İsmi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn-i Abdillâh b. Ebi’l Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir. Harrân’da[3] doğdu (661 H.) Babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu. Verdiği bir fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse atıldı. Sonra, İskenderiyye’ye nakledild i. Sonra, serbest bırakıldı ve 712’de Dimeşk’e gitti. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde, Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.

İbn-i Teymiyye, Felsefe ve Mantık ilimlerin de araştırması çok olan birisiydi . Lisânı fasîh idi. Yirmi yaşına varmadan ders okuttu ve fetva verdi. Eserleri çoktur.

Hâsılı O, yedinci asır Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerinden, şâz görüşleri bol olan birisidir . Şâzlarının bol oluşunun da, değişik sebebleri vardır. Bunlar, akîde, fıkıh ve üslûb olmak üzere üç tanedir.

Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilece kten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecili k, muğalata ve benzeri sebeblerd en doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayaca ktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan herkes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlan an sözlerden meydana gelen cinsinden dir.

Yerine göre zâhiri, yerine göre filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiys e, o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen başkalarına âid olan malzemele ri kendine mâlederek, onların kendi tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır. Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i Bidata karşı, zaman zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnete karşı, bazen de felsefeci lerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!) içinde kurban etmiştir.

Hüseyin Avni KANSIZOĞLU İnkişaf Dergisi, Sayı: 7

İbn Teymiyye

el-Kevserî merhum, et-Ta‘akkubu'l-Hasîs limâ Yenfîhi İbn Teymiyye mine'l-Hadîs ve el-Buhûsu'l-Vefiyye fî Müfredâti İbn Teymiyye adını verdiği eserlerin de bir kısım hadisler hakkındaki tavrını ve şazz görüşlerini tenkit ettiği İbn Teymiyye'nin özellikle itikadî konularda ki tutumunu hemen her çalışmasında eleştirmiştir. Özellikle birinci eserinde, İbn Teymiyye'nin Minhâcu's-Sünne'de ele aldığı birçok konuda sahih hadis mevcut olduğu halde o konularda hadis bulunmadığını veya mevcut hadisleri n güvenilmez olduğunu söylemesini tenkit etmektedi r. Diğer benzerler i gibi bu iki kitabı da basılarak ilim alemine kazandırılmayı beklemekt edir.

Gerek Makâlât'ında, gerekse diğer telifleri yle, ta'lik ve takdim yazılarında sık sık İbn Teymiyye'nin görüşlerine değinmiş ve kendisine zaman zaman oldukça ağıra kaçan eleştiriler yöneltmiştir. Bunların başında İbn Teymiyye'nin, Yüce Allah'ı, mahlûkâta mahsus özelliklerle tavsif etmesi gelir. Her ne kadar İbn Teymiyye, "teşbih" ve "tecsim" olarak ifade edilen tavra katılmadığını belirtmişse de, izlediği yolun sonunun teşbih ve tecsime çıktığı da bir gerçektir. Bilindiği gibi İbn Teymiyye, gerek hayattayk en, gerekse vefatından sonra en fazla eleştiri alan âlimlerden birisidir . Geniş ıttılâı, güçlü hafızası ve keskin dili ile o da pek çok büyük âlime ağır eleştiriler yöneltmiştir. Bıraktığı çok sayıda eser, büyük yankılar ve derin tesirler uyandırmıştır. Günümüzde Suud merkezli Vehhabîlik hareketi ile Selefîlik diye anılan akım, İbn Teymiyye'nin kalıcı tesirinin en büyük ve somut iki göstergesidir.


http://www.tahavi.com/makaleler/002.html
SELEF VE SELEFİLİK

EBUBEKİR SEFİL

Tarih içinde izine rastlanma dığı halde, günümüzde birçok fırka ve fikir akımı dikkat çekmektedir. Modernist ler, Reformist ler, Ehl-i Kur’an (Kur’aniyyun, Mealciler) ve İslâm’ın saf haline dönme iddiasında bulunan Selefîler bunlardan başlıcalarıdır.

Günümüzde ilmin zayıflaması ve doğru ile yanlışın birbirine karıştırılmış olması sebebiyle bu tür akımlar, bazı iyi niyetli müslümanların aldanmasına, yanlış yollara sapmasına vesile olmaktadır.

 

Bu yazı, son dönemlerde ortaya çıkan akımlardan biri olan Selefîliği kısaca tanıtmak ve yanlışlıklarını ortaya koymak maksadıyla kaleme alınmıştır. Bu akımın görüşleri, temsilcil eri ve onların tenkidi, hakkında müstakil kitaplar yazılacak kadar ayrıntılı ve önemlidir. Biz burada sadece konuyu ana hatları ile ele alacak ve kısa değerlendirmeler yapacağız.

Selef kime denir?

Hz . Peygamber s.a.v.’in “En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenle r, sonra onların ardından gelenlerd ir.”[1]  şeklindeki hadisinde “en hayırlı nesiller” oldukları haber verilen ilk üç kuşağa Selef denir.

Bu ilk üç kuşak, sırasıyla Sahabe, Tabiun ve Tebe -i Tabiîn’dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerd ir.

Sahabe kuşağı, Hz . Peygamber s.a.v.’in vefatından sonra İslâm’ın biricik temsilcil eri olarak yaşamış, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedile n yeni bölgelerde İslâm’ı hakkıyla tebliğ etmiş, öğrenciler yetiştirmişlerdir. Kur’an’ı, hadis-i şerifleri ve İslâmî uygulamal arı bütün müslümanlar Sahabe kanalıyla öğrenmiştir. Bu sebeple Sahabe’nin İslâm ilim tarihinde olduğu kadar, iman, amel, edep, zühd , vera , takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardır.

Onlardan sonra gelen kuşağa Tabiun denir. Bu kuşak da Sahabe’nin dizinin dibinde yetişmiş, imanı, ilmi ve ameli onlardan almıştır. Bu kuşağa Tabiun (izleyenle r, tabi olanlar) denmesini n sebebi, Sahabe’ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir.

Sahabe’nin önemi, Kur’an’da hayırla yad edilmiş olmaları, Hz . Peygamber s.a.v.’in yaşantısının ilk ve en önemli temsilcil eri olmaları hasebiyle İslâm’ı en doğru şekilde anlayıp yaşamanın kıstası olmaları… gibi hususlard an kaynaklan maktadır. Tabiun’un önemi ise temelde şu iki noktaya dayanmakt adır:

1. İslâm’ı, Sahabe kuşağından, yani en doğru şekilde anlayıp yaşamış olan kuşaktan öğrenmiş olmaları.

2. Sahabe zamanında rastlanma yan, sonradan karşılaşılmış yabancı birçok fikir akımı, kültür ve inanç şekliyle ilk defa onların muhatap olması.

Başta felsefî akımlar ve Mu’tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid’at fırkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde İslâm toplumuna girmiş ve önemli fikrî ve akidevî sarsıntılara sebebiyet vermiştir.

İşte Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akımlarla mücadele ederek Sahabe’den devralınan sahih İslâm anlayışının zedelenme den yaşamasına ve gelecek nesillere aktarılmasına sebep olmuş ve çok büyük hizmette bulunmuşlardır. Dolayısıyla İslâm’ın özüne yabancı her türlü cereyan karşısında nasıl bir tavır takınacağımızı, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyi z.

Tabiun dönemi, aynı zamanda fıkhî mezhepler in temelleri nin atıldığı ve müstakil mezhepler in ortaya çıktığı dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yaşamış olan Hasan-ı Basrî , Süfyan -ı Sevrî , İbrahim en- Nehaî , Şa’bî … gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebini n imamı Ebû Hanîfe de bu kuşağa mensuptu. (Allah hepsinden razı olsun)

Tabiun’dan sonra gelerek onlara öğrencilik etmiş olan kuşağa da Tebe -i Tabiîn veya Etbau’t -Tabiîn (Tabiun neslini izleyenle r) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslaşmanın ya şandığı, hadis-i şeriflerin yaygın olarak müstakil kitaplard a toplandığı, itikadî ve fıkhî mezhepler in iyice yerleşip müesseseleştiği bir zaman dilimidir .

Kısaca tanıttığımız bu üç nesil, gerek Kur’an ve Sünnet’te övgüye mahzar olmaları, gerekse sahih İslâm anlayışının bize kadar kesintisi z olarak gelmesind e kilit rol üstlenmiştir. Bu sebeple, daha sonraki asırlarda devamlı olarak merkezî bir yer tutmuş ve adeta doğru-yanlış ayrımının ölçüsü olarak algılanmıştır.

Tarih boyunca İslâm toplumlarında ne zaman bir sarsılma, gevşeme ve bozulma görülmüşse, bu üç neslin temsil ettiği İslâm anlayışına dönüş gayretler i sayesinde toparlanm a olmuş ve doğru çizgi muhafaza edilmiştir.

Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, İslâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktası ve ölçü olmuştur.

Selefîlik nedir?

Selefilik, İslâm’ı, yukarıda tanıttığımız Selef-i Salihîn’in anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşama iddiasının vücut verdiği bir akımdır. İlk defa Mısır’da Cemaleddi n Efganî ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan “ İslâmî ıslah” hareketi, daha sonra Selefîlik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir.

Aşağı yukarı aynı dönemde bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendir en Muhammed b. Abdilvehh ab’ın yürüttüğü “ Vahhabîlik ” hareketin e de daha sonra Selefîlik denmiştir.

Bu iki hareket arasında temelde önemli farklılıklar bulunmama kla birlikte, söz konusu iki akım şu noktalard a birbirler inden ayrılır:

1. İtikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezhepler ini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet’in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu’l -Hasan el- Eş’arî Vahhabîler’e göre, saf İslâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve aklı nakle (ayet ve hadislere) hakem kılmak suretiyle bulandırmışlardır. Özellikle müteşabih [2] ayet ve hadisleri n Allah Tealâ’nın şanına ve yüceliğine uygun olarak tevil edilmesin e şiddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da aynı şiddetle karşı çıkarlar.

Efganî - Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerin in kullandığı metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantık ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve müteşabih ayet ve hadisleri n, Allah Tealâ ile mahlukat arasında benzerlik kurulmama sı için tevil edilmesi taraftarıdır.

2. Vahhabîler, fıkhî mezhep olarak İbn Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l -Kayyım’ın çizgisini izler. Diğer mezhepler i ise istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele … gibi delillere yer verdikler i için bid’atçilikle itham ederler.

Efganî - Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiye ti reddedere k, bütün fıkhî mezhepler i birleştirme eğilimindedir.

Aralarındaki ihtilafla rı kısaca zikrettiğimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklaşarak “Selefî” diye anılmışlardır. Ortaya çıkış döneminden günümüze doğru ilerledikçe, Selefîlik akımının içine başka görüşler de katılmıştır. Dolayısıyla “ Selefîlik ” dendiği zaman akla her ferdinin aynı şekilde düşündüğü homojen bir gruptan ziyade, aşağıda zikredeceğimiz görüşleri benimseye n kozmopoli t bir kitle gelmekted ir.

Selefîlerin görüşleri

Müteşabih ayet ve hadislerl e ilgili görüşleri:

Selefîliğin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lugat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir.

Buna göre Kur’an’da ve hadislerd e Allah Tealâ hakkında zikredile n “el, yüz, gelme, oturma, inme, Arş’a istiva etme, gazaplanm a , gülme…” gibi sıfatlar, mahlukat hakkında ne ifade ederse, Selefîler’e göre Allah Tealâ hakkında da aynı şeyi ifade eder.

Oysa Kur’an’da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ’nın bu gibi sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmen in doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Her ilim dalında, o sahanın mütehassıslarının söylediklerine itibar edileceği açıktır. Bu gerçekten hareketle tefsir sahasında müfessirler, hadis sahasında muhaddisl er , fıkıh sahasında fukaha ve akaid sahasında kelâm/ akaid alimleri ne demişse ona itibar edilir. Ömrünü fıkıh ilminin meseleler ine vakfetmiş bir kimsenin akaid alanında söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi değerlendirilmez. Yahut yıllarını tefsir alanında çalışarak geçirmiş bir alimin, hadis ilminin derinlik ve incelikle rini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmem elidir.

Tasavvuf hakkındaki görüşleri:

İslâm dünyasının bazı yerlerind e tasavvuf adı altında sergilene n birtakım yanlış anlayı ş, Selefîler’in tasavvufu n özüne düşmanlık beslemesi ne gerekçe teşkil etmiştir. Oysa Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’ten asla ayrı düşünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batınîlik, Hurûfîlik gibi sapık cereyanla rdan uzaktır. Ehl -i Sünnet çizginin muhafazasında ve yayılmasında son derece büyük katkıları bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanların kalbî ve ruhî hayatının inkişafında, ahlâkın güzelleştirilmesinde ve erdemli fertlerin yetişmesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemiş ve tamamen onlara uymuştur. Gerek itikadî , gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüşleri ortadadır.

Taklid hakkındaki görüşleri:

Bir kısım Selefîler, fıkhî meseleler de herhangi bir müçtehid imamın taklid edilmesin e de şiddetle karşı çıkarak, bunun da kişiyi şirke ve küfre götüreceğini iddia ederler. Bu iddialarını ispat için de birtakım ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.

Oysa bu ayet ve hadislere yakından bakıldığında taklidin haramlığı iddiasına uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikle ri görülür. Tıpkı tevessül konusunda olduğu gibi, taklidin haramlığı konusunda da bu ümmetin tatbikatı Selefîler’in iddialarının geçersiz olduğunu gösteren en büyük delildir.

Hadis alimleri arasında ittifakla dile getirilen bir husus vardır: Hadisleri n sahih, hasen veya zayıf olduğu konusunda hadis alimleri tarafından verilen hükümler, onların kendi içtihadlarının sonucudur . Dolayısıyla onlardan sonra gelen ve onların kitaplarında yer alan hadisleri delil kabul edenler, onların bu hadisleri n sıhhati konusunda ki içtihadlarını taklid etmiş olmaktadırlar.

Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz , bin üçyüz sene önce yaşamış hadis ravilerin in ahvalini ve durumlarını bilmemizi n bir tek yolu vardır. O da hadis alimlerin in bu konudaki görüşlerini bize nakleden kitaplara başvurmaktır. Şu halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadığı yolundaki değerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerin in içtihadına dayanmakt adır ve bu da tamamıyla bir “ taklid”dir . Her hususta Selef’e tabi olduklarını iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerin i taklid eden birer “ mukallid”dir .

Eğer herhangi bir alimin bir görüşünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu haramı Selefîler de işlemektedir. Eğer hadis alimlerin in hadisleri n sıhhati-zaafı konusunda ki kanaatler ini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamların fıkhî konularda ki içtihadlarını taklid etmek niçin haram olsun?

Kıyas konusunda ki görüşleri:

Günümüzde Selefîler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer’î bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, “Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek” olduğunu söyleyenler mevcuttur .

Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur’an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerd e zikredilm iş olması mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder.

Şu halde hükmü Kur’an ve Sünnet’te zikredilm eyen olaylar hakkında yapılabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkında İslâm’ın herhangi bir hükmünün ve açıklamasının olmadığını söylemek, ya da karşılaştığımız olayın bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkında Kur’an ve Sünnet’te yer alan bir hükmü, aralarındaki benzerlik dolayısıyla yeni olaya da tatbik etmek.

Bu seçeneklerden ilkinin doğru olduğunu söylemek, İslâm’ın evrensel olduğunu, bütün zaman ve mekânların problemle rine çözüm getirme özelliğini haiz bulunduğunu inkâr etmek demektir.

Kıyas’ı inkâr eden İbn Hazm , bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir “İslâm alimi”ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur’an ve Sünnet’de domuz etinin haram olduğu zikredilm iştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur’an’da , ne de Sünnet’te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm , domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir.

İşte kıyasın reddedilm esi sonucunda varılacak komik nokta budur.

Ehl-i Sünnet ne diyor?

Her ne kadar Selefîler, yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerinde Selef-i Salihîn’i örnek aldıklarını söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia olduğunu söylemek durumunda yız. Esasında mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretler i de Selef’tendir ve onun gerek itikadî , gerekse fıkhî görüşlerini benimseme k, gerçek Selefîliktir . Bu söylediğimiz diğer büyük imamlar için de söz konusudur .

Ebu’l -Muzaffer el- İsferâînî , Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettik ten sonra şöyle der:

“ Bilmi ş ol ki, Fırka-i Naciye’nin (kurtuluşa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettiğimiz bütün bu hususlar, imanın sıhhati babında bilinmesi gereken hususlardır. (…)

“ Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadı olarak zikrettiğimiz hususların hiç birisi hakkında Şafi’î ile Ebu Hanîfe ; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Sadece bu iki imam değil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b. Sa’d , Ahmed b. Hanbel , Süfyan es- Sevrî , Süfyân b. Uyeyne , Yahya b. Maîn , İshak b. Rahuye , Muhammed b. İshak el- Hanzalî , Muhammed b. Eslem et- Tûsî , Yahya b. Yahya en- Nisaburî , Hüseyin b. Fadl el- Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl , Ebu Sevr ve Hicaz, Şam, Irak imamları, Horasan ve Maveraunn ehir imamları gibi Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis’in tümü ile onlardan önce yaşamış olan Sahabe, Tabiun ve Etbau’t -Tabiîn de bütün bu konularda görüş birliği içindedir. Bu iki fırka ( Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis) arasında bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadığını tahkik etmek isteyenle r, Ebu Hanîfe’nin Kelâm sahasında yazdığı Kitabu’l -Âlim ( ve’l - Müte’allim )’e, el- Fıkhu’l - Ekber’e (…) ve Osman el- Bettî’ye yazdığı (…) el- Vasıyye’sine baksın. Keza Şafiî’nin yazdığı eserlere baksın. Bu ikisinin mezhebi arasında herhangi bir farklılık bulamayac aktır.

“Bütün bu imamlarda n, burada zikrettiğimiz hususlar ile çelişik olarak nakledile n görüşlerin tümü, bid’atçilerin , kendi mezhepler ini güzel ve doğru göstermek için uydurduğu yalanlardır. (…) Bu kimseler, Ehl -i Sünnet’in kılıçlarından korktukla rı için kendi habis akideleri ni ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe’ye nisbet etmiş ve onun arkasına gizlenmişlerdir….” (et- Tabsîr fi’d -Dîn, s. 113-114)

Bu ifadeler bize şunu göstermektedir: Selefîler’in “Selef” anlayışı ile gerçek Selef arasında büyük farklılık var. Dolayısıyla adına Selefîlik denen akım, her ne kadar Selef’in anlayış ve uygulamal arını esas aldığını söylüyorsa da, aslında Selef’in anlayış ve uygulamal arıyla bağdaştırılması hayli zor olan fikirler benimsemiştir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne “ Ehl -i Sünnet-i Hâssa” dediğimiz Selef’te, ne de “ Ehl -i Sünnet-i Âmme” dediğimiz Halef’te görülür.


--------------------------------------------------------------------------------
 

[1] Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafinda n rivayet edilmisti r.

[2] “Allah Teala’nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanm asi , Ars’a istiva etmesi…” gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlari n zikredild igi ayet ve hadisler.

http://inkisaf.net/sayi-10/cagdas-selefilik-ve-kutlu-dogum.aspx
ÇAĞDAŞ SELEFİLİK VE KUTLU DOĞUM
Bu yazının orjinali, İnkişaf Dergisi Sayı 10 'içerisinde.
Necip ALEMDAR
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır.
Karşıt olarak nitelediği ameliyele ri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanara k “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konularda n biri de, Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1]<!--[endif]--> Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerd e cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifalle rden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseye n yazar ve vaizlerin idaresind eki gazete ve kürsülerde de rebiulevv el ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifalle rde İslami esaslara riayet edilmemes i gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerd e soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulac aktır.

MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birliktel iğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamber lere ulaşma, peygamber ler de birbirler ini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamber lerin haberleri nden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2]<!--[endif]--> buyurmakt adır. Nasıl Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleri yle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifalle rle ferahnak olur.

Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]
<!--[endif]-->

Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetle rin oluşmasına neden olmuştur.
Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmek tedir. Mahmud Paşa da matematik sel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4]<!--[endif]--> Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifalle rin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferu ddin de kutlamala rı bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5]<!--[endif]-->.

Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeler i, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleler i ihtiva eder.
Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurla rdı. İnşad edilen şiirler, dinleyici ler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifalle rinde mevcut geleneği devam ettirdile r. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundula r. O’nunla sevinenle r, hediyeler le insanları sevindiri rler.

Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatini n oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedi rler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifalle rde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerd en dolayı karşı çıktığını söylemektedir.

İbn Teymiyye
Çağdaş selefiliğin en güçlü referansl arından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildi r. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedi r: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatla rından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır.
Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemekt edir.
İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyele rinden dolayı sevap kazanmala rını Ahmed b. Hanbel (rahimehul lah)’den naklettiği bir fetva ile delillend irir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebind e Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmay an fonun gece sohbetler ini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerin e sarfedilm esini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]<!--[endif]-->Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeye n daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyele r bidat kapsamına girer.
Istılahta bidat, kendisind en uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7]<!--[endif]--> , “Her bidat delaletti r.”[8]<!--[endif]-->
Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenme ktedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir .
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder.
Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedi r: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplind e amaçlanan şey kastedili r.” [9]<!--[endif]--> Buna göre bir şeyin bidat olabilmes i için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklan maktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesind e ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10]<!--[endif]-->.
Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedi r. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilm iştir.

Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi
Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufl arın bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendi rilir. Efendimiz (sallallah u aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmakt adır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisind en sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11]<!--[endif]-->.
İnsana ait fiiller ve tasarrufl arın bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarl a çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur.
Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlard an birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetind e mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetind e farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlard an uzaksa mübah addedilir .
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerl e çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalaletti r.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektiri r. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmek tedirler[12]<!--[endif]-->.
Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifalle r “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyl e maslahattırlar. Bu ihtifalle rdeki anma ve anlama ameliyele ri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyele r daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifalle r dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler . Çünkü adettirle r. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlard an biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.

Tarihi Arkaplan
Çağdaş selefilik, mevlidin tarihi arka planını reddedilm esinin nedenleri arasında zikreder. Onların iddiasına göre mevlid, Fatimi Devleti’ne dayanır. İlk mevlid ihtifali hicri 362 yılında Kahire’ye gelen el-Muizlidinillah tarafından ramazan ayında okutulan altı mevlidle icra edilmiştir. El-Muizlidillah söz konusu mevlidler i Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve mevcut halife için okutmuştur. İlerleyen yıllarda Fatimiler mevlidler de çeşitli etkinlikl er düzenler, mevlid sahibi için hutbeler irat ederlerdi .
Suyutî mevlidi ilk olarak ihdas edenin Fatimiler değil Erbil hükümdarı Muzaffer (Ebû Said) olduğunu söylemektedir. Suyutî mevlidler de yanında büyük alim ve sufileri de bulundura n Muzaffer’le alakalı Ebu’l-Hattab İbn Dihye’nin “et-Tenvîr fî Mevlidi’l-Beşîri’n-Nezîr” adını koyduğu bir kitap telif ettiğini de zikreder[13]<!--[endif]-->.
Babasının vefatından sonra h. 563 yılında devlet başkanı olan Muzaffer’in mevlid ihtifali ile alakalı değerlendirmelerde bulunan İbn Hallikân yapılanları vasf etmenin güç olduğunu söyler. Çevre illerden toplanan fakih, sufî, vaiz ve karilerde n oluşan geniş halk kitlesi muharrem ayından rebiu’l-evvelin ilk günlerine kadar Erbil’e akın ederlerdi . Her yıl tekrar eden bu uygulamanın sonunda insanlara hediyeler de verilirdi[14]<!--[endif]-->.

Deliller
Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem) tarihteki büyük dini hadiseler le yaşadığı zamanı irtibatla ndırır, hadiseler in muayyen tarihleri geldiğinde de meseleyi canlı bir şekilde tezekkür ederdi. Medine’ye hicret ettiğinde Aşura günü Yahudiler in oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş; “Bu Allah Teala’nın Firavun’u boğup Musa’yı kurtardığı gündür. Allah’a şükür olarak oruç tutmaktayız.” cevabını alınca, “Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” deyip kendi oruç tutmuş, ashabına da tutmalarını emretmiştir[15]<!--[endif]-->.
Bilindiği üzere, kulun Allah’a şükrü, secde, oruç, sadaka, Kur’an-ı Kerim okumak gibi çeşitli ibadetler le olur.[16]<!--[endif]--> Yahudiler Hz. Musa’nın kurtulması ve Firavun’un boğulması nimetini onlara ihsan eden Allah’a oruç tutarak fiili şükürde bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün mevlidini çeşitli ibadetler le Allah’a şükrederek ihya etmektedi rler. Bazı alimler, mevlidin Hz. Musa ile ilgili hadiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün viladetin in tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün izhar edilmesi gerekir, demektedi r. Fakat şükrün ifasını gerektire n ibadetler için bir gün söz konusu olmadığından mevlidi de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini açıklarken: “Bugün dünya geldim.[17]<!--[endif]-->” demiştir. Buna göre Mevlid-i Nebi’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allah Teala’ya şükreden Resul-i Ekrem’dir.Günümüzde Müslümanların mevlid ihtifalle ri şekil açısından kısmi farklılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen örtüşmektedir. Zira hepsi ilahi rızayı celbetmek için îfa edilmekte dir.Kur’an-ı Kerim Müslümanlara İslam’ın ulvi değerleriyle meşru ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedi r: “De ki: ‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyl e; yalnız bunlarla sevinsinl er.[18]<!--[endif]-->’” Allah Teala müminlere “rahmet”le sevinmele rini emretmekt edir. Efendimiz (sallallah u aleyhi ve sellem), şu ayetin delalet ettiği gibi bizzat rahmettir: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Nitekim İbn Abbas “rahmet” kelimesin i Muhammed Mustafa olarak tefsir etmiştir.[19]<!--[endif]--> Müminler Allah Resulü’nün varlığıyla her dem mesrur olur. Fakat doğduğu ay ve gün sürur daha yoğun bir şekilde yaşanır.

SELEFİLİK İTİKADI 1. BÖLÜM SONU
« Son Düzenleme: Haziran 10, 2010, 05:30:24 ÖS Gönderen: admin » Logged
« Yanıtla #1 : Haziran 10, 2010, 04:19:08 ÖS »
admin
Ziyaretçi
SELEFİLİK İTİKADI - KONU İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ

SELEFİLİK İTİKADI 2 . BÖLÜM

http://www.tahavi.com/makaleler/002.html
ÇAĞDAŞ SELEFİLİK VE KUTLU DOĞUM
Bu yazının orjinali, İnkişaf Dergisi Sayı 10 'içerisinde.
Necip ALEMDAR
Asırlardır müslümanlar rebiu’l-evvel ayında Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün mevlidini ihya eder. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim, naat-şiir okur, oruç tutar, tasliyede bulunur; mali durumu yerinde olanlar, eşraf ve fukara ayırımı gözetmeden ziyafet verir, hediye dağıtır.
Karşıt olarak nitelediği ameliyele ri bidat, şirk, dalalet, küfür gibi olumsuz anlam taşıyan kavramları kullanara k “gayr-i meşru” ilan eden çağdaş selefiliğin bidat kavramı ile olumsuz anlam yüklediği, dolayısıyla da uzak durulması gereken bir dalalet olarak gördüğü konularda n biri de, Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün doğumu çerçevesinde yapılan “mevlid” kutlamasıdır.
Yakın dönemde yaşayan selefi düşünceye mensup pek çok yazar mevlidin bidat olduğunu iddia eden makaleler/reddiyeler kaleme almıştır.[1]<!--[endif]--> Mevlid etrafında yapılan tartışmalar çağdaş selefiliğin, var oluşunu inkarı üzerine bina ettiği “tevessül” gibi konuları dahi geride bırakmıştır. Bazı İslam ülkelerinde halk arasında “kandil geceleri” olarak bilinen, bereketli zamanlar öncesinde hutbelerd e cemaate sakınılması gereken şeyler babında, mevlidi ihya da anlatılır ve mutlaka o günde Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nü anacak/anlayacak ihtifalle rden uzak durulması gerektiği söylenir. Çağdaş selefi düşünceyi benimseye n yazar ve vaizlerin idaresind eki gazete ve kürsülerde de rebiulevv el ayı yaklaştığında ağırlıklı olarak mevlidin zararları işlenir. Bazı dergiler de mevlidin ne derece şeni bir bidat olduğunu savunan makaleler neşreder. Bütün bunlara gerekçe olarak selefin mevlidi ihya etmemesi ve mevlid çerçevesinde yapılan ihtifalle rde İslami esaslara riayet edilmemes i gösterilir.
Bu durum bilgi kirliğinin yanında saf Müslüman zihinlerd e soru işaretleri de oluşturmuştur. Dergimiz merkezini arayan ya da mail gönderen pek çok okur mevlid etrafında yapılan tartışmaların nasıl anlaşılması gerektiğini ve konu ile alakalı İslam’ın fasl edici hükmünü ortaya koyan bir makale yazılmasını talep ettiler.
İslam’ın mevlid hakkındaki hükmünü tesbit gayesiyle kaleme alınan bu makalede öncelikle mevlidin bidat olduğunu iddia edenler ve aksini söyleyenlerin görüş ve delilleri tahlil edilecek sonra tercihte bulunulac aktır.

MEVLİD
İslam’ın esasları “halidî” özelliğe sahiptir. Halidîlik, halefin selefle; iman, fikir ve amelde birliktel iğini sağlar. Bu yüzden insanlar peygamber lere ulaşma, peygamber ler de birbirler ini tanıma iradesi içerisinde olmuşlardır. Nitekim Allah Teala Resul-i Ekrem’e hitaben: “Peygamber lerin haberleri nden, senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi sana anlatıyoruz.”[2]<!--[endif]--> buyurmakt adır. Nasıl Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün kalbi peygamber haberleri yle mesrur oluyorsa, Müslümanların gönül dünyası da O’nun siretini anlatan eserler ve O’nu anma çerçevesinde akdedilen ihtifalle rle ferahnak olur.

Ulema mevlidle yaşanan ruhi değişimi kalıcı ve O’nun siretini sürekli okunur kılmak amacıyla mevlidle alakalı çok sayıda eser kaleme almıştır. Hafız İbn Nasıruddin ed-Dımeşkî bu eserlerin bir kısmını üç ciltten oluşan: “Camiu’l-Asâr fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muhtâr” adlı kitabında bir araya getirmiştir.[4]
<!--[endif]-->

Allah Resulü’nün Viladeti
Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün hesap-kitap bilmeyen, okur-yazar olmayan, meşhur hadiseler dışında tarih tutmayan ümmî bir toplumda dünyaya gelmesi doğum tarihiyle alakalı farklı rivayetle rin oluşmasına neden olmuştur.
Cumhur, Efendimiz’in “fîl hadisesi”nin olduğu yılın rebiu’l-evvel ayının pazartesi günü dünyaya geldiği hususunda ittifak etmiştir. Fakat viladetin söz konusu ayın dokuz, on ya da on ikinci günlerinden hangisine tekabül ettiğinde ihtilaf vardır. İbn Dihye rebiu’l-evvelin dokuzuncu günü dünyaya geldiğini, tarihçilerin de bu noktada fikir birliği içerisinde oldukların belirtmek tedir. Mahmud Paşa da matematik sel araştırmalarla doğum gününün hicri dokuz rebiu’l-evvel (yirmi nisan 571) tarihine muvafık olduğunu söylemektedir.[4]<!--[endif]--> Doğum günün ihtilaflı olmasından dolayı bazı bölgelerde ihtifalle rin başlangıç tarihleri senelere göre değişiklik arz etmiştir. Nitekim mevlidle alakalı ihtifali ilk olarak başlatan Erbil’in idarecisi Muzafferu ddin de kutlamala rı bir yıl rebiu’l-evvelin sekizinci, diğer yıl ise on ikinci günün gecesinde yapar, böylelikle iki rivayetle de amel etmiş olurdu[5]<!--[endif]-->.

Mevlidin İçeriği
Mevlid; Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün dünyayı teşrifi, çocukluğu, risaleti, mucizeler i, ahlakı, evsafı yanında O’na iktida edebilmek için gerekli olan meseleler i ihtiva eder.
Nitekim Abdullah b. Ravaha, Ka’b. Züheyr, Hassan b. Sabit gibi şair sahabiler de O’nun bu yönlerini anlatır, O’na tazimde bulunurla rdı. İnşad edilen şiirler, dinleyici ler üzerinde azim tesirler uyandırır, sahabenin Allah Resulü’ne ittibaı güç kazanırdı.
Sonraki yüzyıllarda gelen müellif ve şairler de mevlid ihtifalle rinde mevcut geleneği devam ettirdile r. O’nu anlatan ürünlerini O’na yaklaşma ve şefaatini kazanma vesilesi olarak gördüler. Maddi imkanı yerinde olanlar Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün doğum gününde insanlara ikramda bulundula r. O’nunla sevinenle r, hediyeler le insanları sevindiri rler.

Mevlidin Bidat Olduğunu Söyleyenler
Çağdaş selefiliğin mevlidle ilgili kanaatini n oluşmasında önemli etkisi bulunan Ebû Hafs el-Fâkihânî, Abdulaziz b. Baz, Ebû Bekir el-Cezâirî gibi selefi yazarlar mevlidin bidat olduğunu iddia etmektedi rler.
Çağdaş selefilik, bidat olarak gördüğü mevlide ilk olarak Fatimiler tarafından ihdas edilmesi, bayram olarak algılanması ve ihtifalle rde İslami esaslara uyulmaması gibi nedenlerd en dolayı karşı çıktığını söylemektedir.

İbn Teymiyye
Çağdaş selefiliğin en güçlü referansl arından olan İbn Teymiyye’nin mevlid ile alakalı tesbit ve görüşü muasır takipçilerine göre daha mutedildi r. İbn Teymiyye, mevlidle alakalı şöyle demektedi r: Bazı insanlar mevlidi ya Hz. İsa’nın doğumunu kutlama noktasında Hrıstiyanlara benzemek ya da Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’ne duydukları sevgi ve O’nu yüceltmek gayesiyle ihdas etmişlerdir. Yemin olsun ki mevlidi sevgi ve ictihatla rından dolayı yapanları Allah mükafatlandıracaktır.
Yukarıdaki ifadeleri söyleyen İbn Teymiyye, bidat olarak gördüğü mevlidi ihya edenleri ilahi ecir almalarına rağmen Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün emrine uyma noktasında gevşeklik göstermekle itham eder. Ona göre mevlidi ihya edenler Mushaf’ı süsleyip de okumayan ya da okuyup ona tabi olmayan kişilere benzemekt edir.
İbn Teymiyye mevlidi ihya edenlerin bu ameliyele rinden dolayı sevap kazanmala rını Ahmed b. Hanbel (rahimehul lah)’den naklettiği bir fetva ile delillend irir. Ahmed b. Hanbel’e bazı devlet adamlarının Mushaf’ı süslemek için bin dinar harcadıkları sorulduğunda, kendi mezhebind e Mushaf’ı süslemek mekruh olmasına rağmen devlet adamlarının uygulamasına karşı çıkılmamasını söyler. İbn Teymiyye, Ahmed b. Hanbel’in; Kur’an’ın tezyinine harcanmay an fonun gece sohbetler ini havi kitaplara ya da şiir ve felsefe eserlerin e sarfedilm esini önlemek gayesiyle böyle bir fetva verdiğini ifade eder. [6]<!--[endif]-->Görüldüğü gibi, İbn Teymiyye mevlidi çağdaş selefiler gibi bütünüyle gayri meşru ilan etmeyip garip gerekçelerle amel-i salih kapsamında değerlendirmiştir.
Mevlid Bidat İlişkisi
Bidat; öncesi olmayan, sonradan ortaya çıkan şey demektir. Buna göre Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem) ve ashabın yapmadığı, onlar tarafından bilinmeye n daha sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ameliyele r bidat kapsamına girer.
Istılahta bidat, kendisind en uzak durulması gereken dalalet olarak tarif edilir. Tarifin bu şekilde yapılmasının arka planında şu hadisler vardır: “Kim bu bizim dinimizde onda olmayan bir şeyi ihdas ederse o batıldır.”[7]<!--[endif]--> , “Her bidat delaletti r.”[8]<!--[endif]-->
Bidatla ilgili şeri hüküm tesbit edilirken kelimenin lügat anlamı esas alınırsa hayatın tabi akışı inkar edilmiş olur. Çünkü dünyada sürekli bir değişim yaşanmaktadır. Hayat sürekli yenilenme ktedir. Bu ilahi bir kanundur. Saadet asrında da olaylar ve onlara bağlı olarak verilen hükümler değişmiştir. Bu dinin temel inanç esaslarına aykırı olmadığı gibi; bizzat dinin, müctehitlerden talebidir .
İslam “Dinde asıl olan mubahlıktır.” kaidesini vaz ederek değişim alanına giren konuları nasslara aykırı olmama şartıyla meşru addeder.
Tarih boyu hiçbir alim de bidati lügat anlamında kullanıp bu çerçevede hüküm vermemiştir. Nitekim Şatibî bidati şu şekilde tarif etmektedi r: “Dinde uydurulan, şeriata benzeyen bir yoldur. Ona tabi olmakla şeri disiplind e amaçlanan şey kastedili r.” [9]<!--[endif]--> Buna göre bir şeyin bidat olabilmes i için onu icad eden ya da icra edenin bidati dinin içinde bir unsur olarak görmesi gerekir. Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün ondan sakındırmasının nedeni de bu tür bir algılamadan kaynaklan maktadır. Bidatla ilgili yukarıda anlamı verilen hadiste geçen “men ahdese fî emrina haza…” ifadesind e ki “fî emrina haza” dan maksat da “din”dir[10]<!--[endif]-->.
Dinin sahibi Allah Teala’dır. Onda insanın artırma ya da eksiltme hakkı olamaz. Bidatı icad eden ise Allah’ın dinine onda olmayan unsurları dahil etmektedi r. Bu yüzden bidat kesin bir dille reddedilm iştir.

Bidat Sünnet-i Hasene İlişkisi
Bidatın ıstılah tarifi esas alındığında insanın dini ya da dünyevi bir gaye ya da maslahata dönük ortaya attığı fakat dinin aslından ya da hükümlerinden biri olarak addetmediği fiil ve tasarrufl arın bidat olmadığı görülmektedir. Bu tür fiiller, Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün ifade ettiği şekilde ya: “sünnetün hasenetün/güzel bir çığır” ya da “sünnetün seyyietün/kötü bir yol” olarak isimlendi rilir. Efendimiz (sallallah u aleyhi ve selem) Müslim’in rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmakt adır: “Kim İslam’da güzel bir çığır (sünneten haseneten) açar da, kendisind en sonra onunla amel edilirse, o kimseye bu çığırla amel edenlerin ecri kadar sevap yazılır, hiç birinin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir yol açar (sünnetün seyyietün) kendinden sonra onunla amel edilirse, o kimseye açtığı bu yolla amel edenlerin günahı kadar yazılır, hiçbirinin günahından da bir şey eksilmez[11]<!--[endif]-->.
İnsana ait fiiller ve tasarrufl arın bidat kavramı dışında kalanları, ilahi emir ve yasaklarl a çatışırsa haram ve mekruh gibi muhtelif başlıklar altında toplanırlar. Bu tür mevzuların sonradan ortaya çıkmalarıyla önceden var olmaları arasında bir fark yoktur.
Eğer mevlid şeri hükümlere ne karşı ne de muvafık bir konumda değilse bu durumda ihtiva ettiği hükümlerin sonuçlarına bakılır. İslam’ın riayet etmeyi gerekli kıldığı “zaruraâ-ı hamse” başlığı altında toplanan “din, hayat, akıl, nesil, mal” gibi hususlard an birinin gerçekleşmesini temin ediyorsa bu, “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Bu da kendi içerisinde maslahatı gerçekleştirme sürecinde kendisine duyulan ihtiyaç nisbetind e mendub, vacip gibi isimler alır. Eğer bu beş husustan birini yıkmaya ya da zarar vermeye matuf olursa bu durumda “sünnetün seyyietun” başlığı altına girer. Kötülüğü de, zararı nisbetind e farklılık arz eder. Bazen mekruh bazen de haram olur. Eğer her tür zararlard an uzaksa mübah addedilir .
Buna göre bidati ikiye ayırıp birine “seyyie/kötü” diğerine ise “hasene/iyi” demek İslami kabullerl e çelişir. Çünkü bidat peygamber dilinde “dalaletti r.” Ayrıca bidat dinde artışı ya da ona yeni şeyler izafe etmeyi gerektiri r. Bazı alimlerin “bidat-ı hasene” şeklindeki ifadeleri ise mecazi anlamdadır. Onlar gerçekte bununla “es-sünnetu’l-hasene” yi kastetmek tedirler[12]<!--[endif]-->.
Müslümanların belli münasebetler çerçevesinde idrak ettikleri hicri yılbaşı, İsra-Miraç, Mekke’nin Fethi, Bedir Gazvesi, Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün mevlidi gibi ihtifalle r “sünnetün hasenetün” bağlamında değerlendirilir. Çünkü bunlar netice itibariyl e maslahattırlar. Bu ihtifalle rdeki anma ve anlama ameliyele ri ile müminlerin yürekleri yeniden var olur. Kur’an-ı Kerim okuma, ayetleri tefekkür, tezekkür gibi şarinin zamana bağlı olmaksızın emrettiği ameliyele r daha yoğun bir şekilde yapılır.
Mevlid ve ona benzeyen ihtifalle r dinin özüne dahil birer unsur olarak algılanmadığından bidat kapsamına da girmezler . Çünkü adettirle r. Adet dinin esasına dahil olmadığından terki durumunda bir şey gerekmez. Dinin esasını teşkil eden unsurlard an biri terk edildiğinde ise mükellefler günahkar olur.

Tarihi Arkaplan
Çağdaş selefilik, mevlidin tarihi arka planını reddedilm esinin nedenleri arasında zikreder. Onların iddiasına göre mevlid, Fatimi Devleti’ne dayanır. İlk mevlid ihtifali hicri 362 yılında Kahire’ye gelen el-Muizlidinillah tarafından ramazan ayında okutulan altı mevlidle icra edilmiştir. El-Muizlidillah söz konusu mevlidler i Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve mevcut halife için okutmuştur. İlerleyen yıllarda Fatimiler mevlidler de çeşitli etkinlikl er düzenler, mevlid sahibi için hutbeler irat ederlerdi .
Suyutî mevlidi ilk olarak ihdas edenin Fatimiler değil Erbil hükümdarı Muzaffer (Ebû Said) olduğunu söylemektedir. Suyutî mevlidler de yanında büyük alim ve sufileri de bulundura n Muzaffer’le alakalı Ebu’l-Hattab İbn Dihye’nin “et-Tenvîr fî Mevlidi’l-Beşîri’n-Nezîr” adını koyduğu bir kitap telif ettiğini de zikreder[13]<!--[endif]-->.
Babasının vefatından sonra h. 563 yılında devlet başkanı olan Muzaffer’in mevlid ihtifali ile alakalı değerlendirmelerde bulunan İbn Hallikân yapılanları vasf etmenin güç olduğunu söyler. Çevre illerden toplanan fakih, sufî, vaiz ve karilerde n oluşan geniş halk kitlesi muharrem ayından rebiu’l-evvelin ilk günlerine kadar Erbil’e akın ederlerdi . Her yıl tekrar eden bu uygulamanın sonunda insanlara hediyeler de verilirdi[14]<!--[endif]-->.

Deliller
Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem) tarihteki büyük dini hadiseler le yaşadığı zamanı irtibatla ndırır, hadiseler in muayyen tarihleri geldiğinde de meseleyi canlı bir şekilde tezekkür ederdi. Medine’ye hicret ettiğinde Aşura günü Yahudiler in oruç tuttuklarını görünce sebebini sormuş; “Bu Allah Teala’nın Firavun’u boğup Musa’yı kurtardığı gündür. Allah’a şükür olarak oruç tutmaktayız.” cevabını alınca, “Biz Musa’ya sizden daha yakınız.” deyip kendi oruç tutmuş, ashabına da tutmalarını emretmiştir[15]<!--[endif]-->.
Bilindiği üzere, kulun Allah’a şükrü, secde, oruç, sadaka, Kur’an-ı Kerim okumak gibi çeşitli ibadetler le olur.[16]<!--[endif]--> Yahudiler Hz. Musa’nın kurtulması ve Firavun’un boğulması nimetini onlara ihsan eden Allah’a oruç tutarak fiili şükürde bulunmuşlardır. Müslümanlar da onlar için en büyük nimet olan Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün mevlidini çeşitli ibadetler le Allah’a şükrederek ihya etmektedi rler. Bazı alimler, mevlidin Hz. Musa ile ilgili hadiseye uygunluk arz etmesi için Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün viladetin in tesbit edilmesi ve şükrün özellikle o gün izhar edilmesi gerekir, demektedi r. Fakat şükrün ifasını gerektire n ibadetler için bir gün söz konusu olmadığından mevlidi de gün ile sınırlamak doğru olmaz.
Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem) pazartesi günü tuttuğu orucun gerekçesini açıklarken: “Bugün dünya geldim.[17]<!--[endif]-->” demiştir. Buna göre Mevlid-i Nebi’yi ilk ihya eden, o gün oruç tutarak Allah Teala’ya şükreden Resul-i Ekrem’dir.
Günümüzde Müslümanların mevlid ihtifalle ri şekil açısından kısmi farklılıklar arz etse de Aşure ve pazartesi günleri Efendimiz’in tuttuğu oruçların gayesi ile tamamen örtüşmektedir. Zira hepsi ilahi rızayı celbetmek için îfa edilmekte dir.
Kur’an-ı Kerim Müslümanlara İslam’ın ulvi değerleriyle meşru ölçüler çerçevesinde sevinmeyi tavsiye etmektedi r: “De ki: ‘Allah’ın lütuf ve rahmetiyl e; yalnız bunlarla sevinsinl er.[18]<!--[endif]-->’” Allah Teala müminlere “rahmet”le sevinmele rini emretmekt edir. Efendimiz (sallallah u aleyhi ve sellem), şu ayetin delalet ettiği gibi bizzat rahmettir: “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” Nitekim İbn Abbas “rahmet” kelimesin i Muhammed Mustafa olarak tefsir etmiştir.[19]<!--[endif]--> Müminler Allah Resulü’nün varlığıyla her dem mesrur olur. Fakat doğduğu ay ve gün sürur daha yoğun bir şekilde yaşanır.
Mevlid İslam coğrafyasında uygulanan alimlerin güzel gördüğü, halkın benimsediği bir gelenekti r. “Müslümanların güzel telakki ettiği Allah katında güzel, çirkin addettikl eri ise çirkindir.[20]<!--[endif]-->”
Her pazartesi Ebu Leheb’in azabı Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün doğum müjdesi kendinse verildiğinde cariyesi Süveybe’yi azad etmesinde n dolayı hafifler. Muhammed b. Nasıruddin ed-Dimeşki şöyle demektedi r:
[21]<!--[endif]-->Kur’an’ın elleri kurusun diye zemmettiği ebedi cehenneml ik o kafir;
Ahmed’in doğumuna sevindi diye pazartesi günleri daha az azab görür.
Ömür boyu Ahmed’le sevinen ve muvahhit olarak ölenin hali ise bir düşün nasıl olur.
Hadis’i şerife göre Süveybe’yi azad ettiğinden dolayı Ebû Leheb’in azabı hafifleye cekse viladetle sevinen Müslümanların sevap kazanmala rı evleviyet le mümkündür.
Suyutî, “mevlid ihtifalle rinin esasını teşkil eden, toplanıp Kur’an-ı Kerim okumak, Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesi ve doğumu ile yeryüzünde meydana gelen harikulad eliklerle ilgili rivayetle ri nakletmek ve sonrasında hazırlanan sofralard a ikram edilen yemekleri yiyip dağılmak, program sahibinin sevap kazanmasını sağlayan hayırlı ameliyele r cümlesindendir.” demektedi r. Çünkü mevlidin gayesi Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem)’ne ta’zimde bulunmak ve doğumu sebebiyle oluşan mutluluğu açığa vurmaktır.[22]<!--[endif]-->

Mevlidin Muayyen Zamanı
Mevlid her zaman ihya edilebili r. Her ne kadar muayyen bir zamanı olsa da Allah Resulü’nü anlamak için bir araya gelenler ya da ferdi olarak mevlidi ihya edenler mecur olacaktır. Çünkü mevlit bir ibadet olmadığından vakit dışında da akdedileb ilir. Kişinin mecur olmasında esas, niyyettir . Bu durum düğün yemeğine davet edilen, fakat gününden önce tören yerine giden misafire benzer. Nasıl ki tören alanına erken giden konuk ev sahabi tarafından hüsnü kabul görüyorsa, ihtifal sahipleri de mevlidin sahibi tarafından makbul olur.

Sonuç
İslam eşyayı doğru okumayı emreder. Kabe’yi tavaf etmek, Safa-Merve’de sa’y etmek, şeytanı taşlamak belli mekanlard a akdedilen ve uzun bir tarihi geçmişi olan ibadetler dir. Her biri bir anda defaatle yapılır. Tekrar, ibadetler in gayelerin i idrak etmeye katkıda bulunur. Kabe etrafında döndükçe ya da Safa Merve arasında sa’y ettikçe “hakikat” daha yakından tanınır ve mesaj daha net kavranır. Çünkü insan bir şeyi tanıyabildiği ölçüde tasavvur eder. Allah Resulü (sallallah u aleyhi ve sellem) de mevlid ile daha yakından tanınacaktır. Fakat bu günde yapılanları Kur’an-ı Kerim, naat, şemail, şiir okumak, oruç tutmak, sadaka vermek gibi hayrî hizmetler le sınırlı tutmak gerekir.
Mevlid çerçevesinde yapılan gayri İslamî etkinlikl eri gerekçe gösterip mevlidi inkar etmek ise, yılın diğer günlerinde işlenen haram ya da mekruhlar dan dolayı yıl boyu yapılan amel-i salihlere sınırlama getirmek gibidir. Bu yüzden mücerred olarak mevlidin meşru olup olmadığını tartışmak akla ziyan bir ameliyedi r.

Dipnotlar:

[1] Komisyon, Resâil fî Hükmi’l-İhtifâl bi’l-Mevlid, (İki cild halinde tab’ edilen eserde 7 risale vardır.) Riyad, 1997.
[2] Hud(11): 120.
[3] Muhammed Zahid Kevserî, Makâlâtu’l-Kevserî, Kahire, ty., s. 365.
[4] Kevserî, a.g.e., s. 363-69.
[5] Kevserî, a.g.e., s. 364.
[6] Ahmed İbn Teymiyye, İktidau’s-Sıratı’l-Mustakîm, Riyad, 2003, s. 404-407.
[7] Müslim, Akdiye, 8.
[8] Müslim, Cumua, 13.
[9] Ebû İshak İbrahim eş-Şâtıbî, el-İ’tisam, Beyrut, 1997, I, 24.
[10] Benzeri değerlendirmeler için bkz. Said Ramazan el-Butî, “Leyse Küllü cedidin Bida”, s. 150.
[11] Müslim, Zekât, 20; İlim, 6; Ahmed, Müsned, V, 357.
[12] Müslim, Zekât, 20; İlim, 6; Ahmed, Müsned, V, 357.
[13] el-Mutîî, a.g.e., s. 47-48.
[14] el-Mutîî, a.g.e., s. 49-52.
[15] Buharî, Savm, 69; Müslim, Sıyam, 19.
[16] el-Mutîî, a.g.e., s. 48.
[17] Müslim, Sıyam, 1162.
[18] Yunus(10): 58.
[19] Suyutî, ed-Dürrü’l-Mensur, III, 308.
[20] İbn Mesud’a ait mevkuf hadis için bkz. Hakîm, Müstedrek, III, 78, h. NO: 4465.
[21] Muhammed b. Alevî, Menhecü’s-Selef fî Fehmi’n-Nusus beyne’n-Nadar-i ve’t-Tatbîk, y.y., 1419, s. 390.
[22] Muhammed Bahît el-Mutîî, Ahsanu’l-Kelam, Kahire, 1939, 48.

http://www.tahavi.com/makaleler/003.html
SELEFİLİK  İTİKADİ  BİR  MEZHEP MİDİR?

 

     Nazariyed e doğru kabul edilebili r gibi görünen, fakat pratikte yanlış neticeler e sebeb olan hükümlere “Paradoks” denilir. Bu hal, insan aklının kendi kendine kurduğu bir tuzaktır. Muhakkak ki her mü’min; Resûl-i Ekrem (sav) ve Ashabının takip ettiği yolu (yani Asr-ı Saadeti) esas  kabul eder.   Ehl-i  Sünnet  ve’l  cemaate   mensup  olabilmen in  ilk  şartı budur. Son yıllarda “Selefilik” adı altında; herhangi bir usule bağlanmayı ve müctehid imamlara  tabi  olmayı  hakir  gören  bir  akım  teşekkül  etmiştir. Daha ziyade sloganlar la ve suçlayıcı  mantıkla  yürüyen bu  akımın,   selefi salihin  ile  bir  alakası  yoktur. Bazen hak bir  söz  ile batıl murad  edilebili r.  Nitekim   hariciler;  “Hakem Hadisesin i” bahane ederek  ve  “Hüküm ancak Allahû Teâla (cc)’ya aittir”  diyerek, Hz. Ali (ra)’yi küfre düşmekle suçlamışlardır. Bunu duyan Hz. Ali (ra):  “- Hak bir söz!.. Ancak bununla batıl murad  edilmekte”  demiş  ve  üzüntüsünü  beyan  etmiştir.

 

     İslâm   teşri  tarihinde; “Selefilik” diye bir mezhep ve usûl mevcut değildir.  Selef-i  Sali-hin’e  muhabbet  noktasında  her  mü’min  samimidir .  Bazı kimseleri n “-Biz selefiyiz” diyerek,  diğer  mü’minleri   “Selef-i  Salihin’e   muhalefet le” suçlamaları  iftiradan  ibarettir .

     Son yıllarda yayınlanan bazı  eserlerde; itikadi mezhepler tasnif edilirken “Selefilik, Eş’arilik ve Maturidil ik” seklinde ifade edilmekte dir.  İmam-ı  Eş’ari’nin  ve  İmam-ı  Maturidi’nin “Selef-i Salihin’e” bağlı olmadığını  ima eden bu tasnif, son yüzyılda ortaya çıkmıştır.   Aşağıda   giriş bölümünün tercümesini bulacağınız S. Ramazan El Buti’nin “Es Selefiyye” isimli  eseri,  bu  konudaki  güzel  bir  araştırmadır.

        SELEF KELİMESİ[1]

     Selef kelimesi lügat manası itibariyl e, nisbi bir mana taşımaktadır. Birbirini takibeden zaman  dilimleri nden  her birisi, kendisind en sonra gelen zamanlara göre selef (geçmiş)tir. Daha önceki zaman dilimleri itibariyl e  ise  halef  (gelecek)tir.

      Ancak bu kelime, zamanla bundan çok farklı  ıstılahi  bir  mana  kazanmış  ve  hep bu yeni manasıyla kullanılır olmuştur. “İslâm ümmetinin ilk üç asırlık dönemi” diye tarif edilebile cek olan bu yeni mana, ifadesini   İslâm  tarihinin en şerefli ve en çok itibara layık nesilleri nden  bahseden   şu   hadis-i  şerifte  bulmaktadır:

      Buhari ve Müslim, Abdullah b. Mesud (ra)’dan Rasülûllah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “İnsanların en hayırlısı benim asrım  (daki Ashabım)dır. Sonra, onlara yakın  olanlar  (Tabiin)dir.   Sonra da onlara  yakın  olanlar (Etba-ı Tabiin)dir. Sonra bir takım  kavimler gelir ki,  onlardan  birinin şehadeti (ihtirasla) yemininin,  yemini de  şehadetinin  önüne  geçer.”[2]

       Fakat Rasülûllah (sav)’ın  genel  olarak  derecelen dirdiği  bu  hayırlı  nesillerd en maksat acaba,  bu sıfatı taşımayan kimseler de bulunmakl a birlikte, o dönemde yaşayan müslümanların  geneli  mi,  yoksa  bir  tek  istisna  bile  olmadan  Ümmetin  bütün  fertleri midir?

     Bu mevzuda cumhur ulemanın görüşü şudur: Hz. Peygamber (sav)’in selef için tesbit ettiği, insanların en hayırlıları olma özelliği, İslâm’a bağlılık ve yaşantı noktasındaki farklılıklarına  rağmen, bütün fertler için geçerlidir. İbn Abdil Berr (h. 363-463) ise, bu özelliğin  müslümanların   geneline (îlk üç asırda) ait olduğunu, daha  sonraki  nesiller içerisinde  selef  asrı  müslümanların  pek  çoğundan daha  faziletli  insanlar bulunabil eceğini ifade  etmiştir.[3]

    Şüphesiz o insanlara bu şerefi kazandıran, daha sonraki nesilleri nübüvvet kaynağına ve risalet  öğretilerine  ulaştıran  zincirin  ilk  halkalarını  temsil  ediyor  olmalarıdır.

     Birinci halka:  İslâm’ın temel prensip ve inanç esaslarını bizzat Allah Rasülû (sav)’nden alan, dinin ahkâm ve adabını her türlü  şüphe  ve  bid’at  tehlikesi nden  uzak olarak zihinlere ve dillerine  nakşetmiş  olan  ve  kendileri ne  sahabe  denilen  öncü  grubtur.

     İkinci halka:  Tabiin neslini temsil eder. Ashabın, Rasüllûllah (sav)’i  bizzat görüp onun nasihatla rına  muhatap  olmak  suretiyle elde ettiği  aydınlık yolu takip etmeleri yönüyle,   tabiin  müslümanlarını da  nübüvvet   nuru  ışıtmakta  idi.

      Üçüncü  halka ise:  Fitnelerd en arınmış  İslâm  fıtratının  ve  fikir duruluğunun yok olmaya  yüz tuttuğu  bir devrenin müslümanlarını, etba-ı Tabiin’i temsil eder. Artık bu dönemin  sonuna  doğru bid’atlar hızla ortaya çıkmaya başlar. Üç kutlu asrın aydınlık yolundan ayrılan sapık fırkalar birbirini izler ve her bir fırka, sırat-ı müstakimden ayırdığı sokağın  başına  geçip  insanları   oraya  çağırır.   Ama  hiçbirisi  şu ilahi düsturu çiğnediğini düşünmemektedir:

     “Şüphesiz bu (Kur’an veya İslâm) benim dosdoğru yolumdur. (Sırat-ı Müstakim). (Başka) yollara  (sapıklık, bid’at ve şüphelere) uymayın. Zira o (başka) yol sizi Allah’ın yolundan ayırır.  İşte  (kötülükten)  sakınmanız  için  Allah  size  bunları  emretti.” (Enam 154.)

     Günümüze kadar devam edecek olan heva, bid’at ve sapıklık rüzgarları artık esmeye başlamıştır.  Nitekim,  müslümanlar  Enes b. Malik (ra)’a Haccac’ın zulmünden şikayet ettikleri  zaman  şöyle  demişti:

     “Sabredini z! Çünkü  bundan  sonra  üzerinize gelecek zaman, muhakkak bundan daha şerli olacaktır. Ve bu fenalık (siz ölüp de) Rabbinize  kavuşuncaya  kadar (asırlarca) böyle sürüp gidecekti r. Ben bu sözü Peygamber imiz (sav)’den işittim.”[4] Öyleyse daha sonra yaşayan  müslümanlar  ne  yapmalıydı?

     SELEFE  BAĞLILIK

     Fikir  ve  davranışları  itibariyl e  bir  çok  üstünlüklere  sahib  olan  altın  nesil  kendileri ne  tabi  olunması  gereken  insanlardır. Ama  tabi  oluş  herşeyden  önce,  bir  samimiyet  ve  sevgi  ister.  Selefe  tabi  olmak  onların  şeri  tashih  ve  ikmal  ederek  muhafaza  etmektir.   Sonra  üzerinde  ittifak  edilmiş  olan  itikad,  ibadet  ve  ahlak  prensiple rine  bağlı  kalarak  bu  ittifaka  değer  vermeyen  kimselere de  itibar  eetmemekt ir.  Bu  konuda  Resululla h  (sav)  Efendimiz in  bizlere  bir  vasiyyeti  vardır: “Şüphesiz İsrailoğulları  yetmişiki  millete  ayrılmıştı.  Benim  Ümmetim de  yetmiş üç  fırkaya   ayrılacaktır.Biri  hariç  tamamı  cehennemd edir.”  O  müstesna  topluluk  kimdir  Ya  Resululla h?  sorusuna  ise  şöyle  cevap  vermişdi: “Benim  ve  Ashabımın yolunda olanlar (Ehl-i  Sünnet ve’l-Cemaat)dır.”[5]   

    “Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılmak” diye kısaca ifade edilebile cek olan bu talimata hakkıyla uyabilmek, selef-i salihinin metodlarına bağlı kalmadan mümkün olmayacak tır. Burada gaye, zaman  itibariyl e bizden bir süre önce yaşamış olan bir gurup insanı, bunlar bizim  atalarımızdır  diye,  taklid  etmek  değildir. Onlar, Allah kelamının manalarına vakıf olma  ve  nebevi  sünneti  anlama hususunda ümmetin önde gelenleri oldukları için bu böyledir. Zira, yaratılışları itibariyl e Arap dinini en iyi anlama kabiliyet ine sahib idiler.  Arapça’yı  ve  İslâm’ı  sonradan öğrenmenin sebeb olabileceği birtakım problemle ri yoktu. Yine onlar, Rasülûllah (sav)’in hayatıyla içiçe yaşadıkları için, onu  en güzel şekilde yorumlayıp daha sonraki nesillere aktarmışlardır. Yaşayış itibariyl e Peygamber Efendimiz (sav)’in hayatına en yakın, fıtratları, en temiz, bütün bid’at, yapmacık ve gösterişlerden en uzak,  dolayısıyla   itimad  edilmeye  en  layık  olan  yine  onlardı.

   Öyle anlaşılıyor ki, fikir ayrılıkları ve münakaşalar ortaya çıktığı, özellikle birçok müslümanın  Arapça’nın  temel mantığını yitirmesi yle dildeki fesahat ve belagat bozulmaya yüz  tuttuğu  zamanlard an  bu  örnek  neslin  eğiliminden  geçmek  gerekmekt edir.

    “Selefe bağlılık” manasına  gelecek  olan  bu tedrisat, bazı cüzi meseleler e saplanıp kalmak ya da onların cümlelerine, ifadeleri ne harfiyyen ve körükörüne sarılmakla olmayacak tır. Zaten onları kendi selefleri ne karşı tavırlarında da böyle bir uygulamay a rastlamak  kabil  değildir.  Yapılması gereken, nassların (ayet ve hadisleri n) tefsir ve te’vili için koydukları  prensiple r  ile ictihad  usûllerinde  onlara  müracaat  etmektir.

    Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şudur. Bu kaide ve prensiple re bağlı kalmak, daha sonra yaşayacak müslümanların bütünü için geçerlidir. Yoksa sadece herhangi bir devirde yaşamış veya belli özellikleri taşıyan bir grup bundan sorumludu r, demek son derece anlamsızdır. Zamanları ve mekanları ne kadar farklı olursa olsun, bütün müslümanlar bu  ortak  paydada  birleşmek  zorundadırlar.

    Bu  mevzuda altın nesle yakın olanların bir üstünlüğünden bahsedebi lir ki biz de bu yönüyle onları  örnek almak durumunda yız. Altın neslin takipçileri, devraldıkları ilim ve kültür mirasının  ne  kadar  önemli  olduğunun  farkına varmış ve altın neslin koymuş olduğu kaide ve  usulleri daha sonra gelenekle rin de hizmetine sunmak için tedvin etmişlerdir. Bu meziyetle ri  de  daha  sonra  kazanacak ları  başarıların   ana  sebebi  olmuştur.

     SELEFİLİK

     Selef  kelimesin den, daha  sonraları,  İslâm düşünce ve teşri tarihinde hiç rastlanma mış olan yeni bir ıstılah türetilmiştir: Selefiyye (selefilik). Yapılan hata buradadır. Adeta bu kelimeyi,  müslümanlardan belli bir grubun özel ismi yapıyoruz ve onlar da bu isimden hareketle  kendileri ne  has  bir düşünce yapısı ve buna bağlı olarak bir takım ayırdedici özellikler kazanıveriyorlar. Böylece de, sürekli münakaşa ederek müslümanları üzen ve çoklukları  ile  -sanki-  iftihar eden müslüman fırkalardan birisi oluyorlar . Öyle bir fırka ki, fikir  ve  arzuları,  kendileri ne  has  karakter ve ölçüleriyle diğer müslümanlardan farklı bir yapı   arzediyor ..

   İşaret  ettiğimiz  manasıyla  böyle bir ıstılah türetmek, bırakın onlara  bağlılığı, selef-i salihinin  ve onları izleyen halefin bu ümmete tanıtmadığı bir bid’attır, desek herhalde mübalağa  etmiş  olmayız.  Zira Selef bu kelimeye kesinlikl e, belli bir grubu veya fikri oluşumu diğerlerinden ayıracak böyle bir mana vermemiştir. Ayrıca selef kendi inanç ve davranış  ölçülerini  müstakil bir düşünce, fikir ve şahsiyete sahip bir grubun tekeline de vermiş  değildir.   Aksine   selef ile daha sonra yaşayan bütün nesiller arasında en ileri derecede bir etkileşim, ilim, kültür ve metod alışverişi vardır. Tabi ki bahsettiğimiz ölçüler dahilinde . Yine hiç düşünülmemiştir ki bir grup müslüman çıkıp (selefe bağlılık adına) bir takım engeller ortaya koyacak ve bu engeller yüzünden sözü geçen etkileşim ve diyalog kesilecek sonuçta da müslüman  nesiller, fikir, tasavvur ve hedefleri tamamen farklı iki ayrı parçaya  ayrılacak.

   “Selefe bağlılık” başlığı  altındaki  açıklamalar  gözönünde  tutulduğu zaman görülecektir ki, “selefilik nedir?” ya da  “selefi olmak ne gibi esaslara bağlı kalmayı gerektiri r?” sorularına verilecek  iki  cevap  vardır.

      Birinci cevap: Selefilik, selefin sürekli bağlı kaldığı adetler, yaşayış biçim ve sözlere, hiçbirşey eksiltip eklemeden, harfiyyen uymaktır.

   Tahlil: Unutulmam alıdır ki; onlar, kendi söz ve fiillerin i   böylesine dokunulma z  konum da görmemişlerdir.  Bu  hakkı   sadece Allah’ın kitabı ve Allah Rasulü (sav)’nün sahih sünnetine layık  görmüşler  ve  bu  naslara, çıkarılan  hükümlerin   illetleri nin  değerlendirilmesi, hayattaki  değişim  ve yenileme, sürekli en doğruya ulaşma ideali ışığında sımsıkı yapışmışlardı.  Bunu   yaparken mutlak otorite olarak kabul ettikleri Kur’an ve Hadis naslarının çizdiği  sınırları  ihlal etmediği sürece, bölgeden bölgeye, nesilden nesile meydana gelen  bütün  değişim  ve  yenilikle ri  dikkate  aldıklarını  görüyoruz.

        Nebi (sav) ve ashabının Mekke’de iken sahih oldukları ve uygulayag eldikleri birtakım örf-adetleri var idi.  Oysa Medine’ye hicretten sonra, daha önce bilmedikl eri yeni uygulamal arla  karşılaşacaklardı. Bu ise bölge halkı ile aralarındaki etkileşim ve dayanışmanın tabi sonucu idi.   İşte müslümanlar da bunları  gayet  normal  karşılayarak  yeni   hayata adapte   oldular.   Bu   mevzuda   aşağıdaki   olaylar  örnek  olarak verilebil ir.

• Mekke’de bulundukl arı sürece müslümanlar dikişli elbiseyi tanımadılar. Ama Medine’ye yerleşip çevre kabile ve bölgelerle ilişkiler başlayınca, pahalı İran ve Yemen kumaşlarından dokunmuş  elbiseler  giydikler ini  görüyoruz…

• Rasülûllah (sav) gerek Mekke’de gerekse Medine döneminin ilk yıllarında yüzük kullanmamıştı. Ancak kendisine, kralların mühürsüz mektupları okumadığı söylenince gümüş bir yüzük  yaptırıp  üzerine   mühür  olarak  Muhammed’ün-Rasülûllah  cümlesini kazdırmıştır.[6]

• Rasülûllah (sav), Cuma hutbeleri ni, 7-8 yıl boyunca bir hurma kütüğüne dayanarak irad eyledi. Buhari’nin Cabir (ra)’den rivayetin e göre, Ensar’dan bir kadın gelerek marangoz bir oğlu  olduğunu ve hutbeler için  güzel   bir minber yaptırabileceğini söylemişti. Rasülûllah (sav) bunu  kabul   etmiş   olmalı ki   karşı   koymamış ve artık hutbeleri o minberden   vermiştir.

 •  Müslümanlar Mekke ortamında okuma-yazma  ile  gerektiği  gibi  ilgilenem emişlerdi. Allah Rasulü  (sav)  Medine’ye  hicretten hemen sonra ashabını sürekli ilme ve eğitime teşvik etmişti.

• Sahabe  devri  boyunca,  satın  alma ya da kiralama usulü ile, Mina topraklarında bina yapmak serbest iken Ömer b. Abdülaziz (ra), sayıları gittikçe artan hacıların daha rahat hareket  etmelerin i   sağlayabilmek   için   mina   çevresinde  bina  yapmayı  yasaklamıştı.. 

• Sahabe özellikle itikad konularında, Kur’an ve sünnete mutlak bir teslimiye t ile her türlü tartışmadan   şiddetle kaçınırdı. Hatta bir kimse kafasındaki şüpheleri gidermek için bu mevzuda uzun münazaralar yapacak olsa hemen onu azarlayıp  bid’atçılıkla  itham ederlerdi . Ama ne zaman ki tabiin asrı başladı, bir yandan ilim meclisler i çoğalırken öteyandan sahabe sayısı azaldı, fetihleri n genişlemesiyle fırklı dinlerin mensupları (hristiyan, yahudi, zerdüşt, mani)  İslâm’a girdiler ve zihinleri ndeki pek çok şüphe ve batıl inancı da beraberle rinde getirdile r, artık bu tür münakaşa ve münazaralar kaçınılmaz hale geldi. Çünkü onların itikadi ve fikri problemle rini çözmek ve bunun için de ilmi mantıki izahlar yapmak gerekiyor du. Aslında sahabenin ileri gelenleri nden bazıları, mesela Hz. Ali (ra), Abdullah b. Abbas (ra), kaza-kader, cebr-i ihtiyar gibi bazı mevzulard a, şüphelerini gündeme getiren müslümanları sapıklıktan  korumak  için bazı mantiki izahlar ve münazalar yapmışlardı. Ama içlerinde Hasan-ı  Basri,  Ömer b. Abdülaziz,  Ata b. Rebah,  Süleyman b. Yesar, Tavus b. Keysan gibi ilim otoritele rinin de bulunduğu tabiin nesli ulemasının girdiği kıyasıya mücadeleler ve şiddetli  tartışmalar  bunun  çok  ötesindeydi.   Mesela Beyhaki’nin “Kitabu’1-Esmâ ve Sıfat” adlı  eseri  incelendiğinde, bu türden   sahabenin  şiddetle kaçındığı  pek çok meseleler ve  münakaşalar  görülebilir…

      Bütün bu sayılanlar selef-i salihinin örnek hayatında meydana gelmiş olan ve normal karşılanması gereken değişim ve yenilenme ye dair bazı örneklerdir. Dikkat edilirse, bu tür örnekler birinci hicri asrın sonlarına doğru yani altın neslin ilk görülmeye başlanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, selefiliği, bütün bu örnekleri gözardı ederek, kurukuruy a bir taklid olarak tanımlamak, kendisini selef pratiğine uydurmak isteyenle r için son derece anlamsız  ve  değersiz  olacaktır.

      İkinci cevap: Selefilik, nasların tefsiri, hüküm istinbatı ve ictihad için gerekli olan kaideleri  belirleye bilmek için onların ortaya koyduğu usûlleri öğrenip, uygulamak tır. . . 

      Tahlil: Tabi ki böylesine bir selef bağlılığı, kitap ve sünneti en doğru şekilde anlamak ve değişmezlik özelliğine sahip şer’i hükümlerle, zaman ve mekana göre değişebilenleri titizlikl e ayırabilmek gibi   güzel bir neticeye götürecektir.  Ancak  önemli olan böyle bir selef bağlılığı ile seleflik  adı  altında  ekolleşme  arasında ne derece bir irtibat  olduğunu  tesbit etmektir.

      Bütün ilim adamları ve araştırmacılar tarafından kabul edilmiştir ki, bahsedile n bu usûl ve metodlara bağlılık herhangi bir dönemde belli bir müslüman grubun mümeyyiz vasfı olmamıştır. Zaten selef asrının (h. 2. asır) ortalarına kadar bu tür usûl ve metodlar tedvin edilmiş  değildi.  O zamanlar  nasları   iyi  anlamak ve kavrayış sahibi olmak, yaratılış ve dil  yapısı  itibariyl e  Arap  mantığına  sahip olmaya bağlı idi.   İşte her ne kadar selefiyye ekolü fikri  ve  ruhi temelleri ni bu dönemde buluyor idiyse de tabiin asrında ortaya çıkan rey ve hadis ekolleri de bütün farklılıklarına rağmen selef asrının özünü temsil etmektedi rler. Tabiin dönemi,   rey ve hadis ekolleri arasındaki pek çok fikri ve içtihadı münakaşalara sahne olmuştu.

        Neticede, başlarında   İmam Şafii’nin bulunduğu, devrin uleması, arap lügatini olgunlaştırmak ve anlayıp  en  güzel  şekilde  kullanma   prensiple rini  ortaya  koymak suretiyle ve aynı  zamanda  dildeki safiyet ve tabilikle rini kaybetmem iş olan cahiliye arapları ile ilk dönem  müslümanlarına da müracaat ederek, nasların  tefsiri  ve  ictihadda  kullanılacak olan prensiple ri tesbit etmişlerdi.  Bu tesbit, bütün müslümanların aynı ölçüde faydalana bileceği  daha  doğrusu  faydalanm ası   gereken bir kıstas ortaya çıkarmıştı. Bu kıstas,  nasların   otoritesi ne boyun eğen ictihad anlayışı ile onları kendi istek ve arzularına göre  yorumlama k   isteyen   şahsi görüşleri   birbirind en  ayıracaktır.   Bu genel-geçer kıstas, o gün bugündür bütün müslümanların anlama ve kavrama kabiliyet lerini şekillendirmiştir. Bu hususta  kimsenin imtiyaz hakkı yoktur. Şeri ilimlerde araştırma yapan herhangi bir müslüman, bu kaideleri dikkate almayacak olursa dini hafife almış kabul edilir. Belki de bu yaptığı, bir sapma alameti olarak gösterilir.

      Demek oluyor ki bu usûl ve kaidelere bağlı kalan bir kimse, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılma  talimatına hakkıyla uymuş ve Allah Resulü (sav)’nün “benim ve ashabımın yolu” diye   tabir   ederek   iştirak edilmesin i emir buyurduğu cemaatin bir ferdi olmuş oluyor.

       Selef döneminde veya daha sonra yaşamış olması hatta selefiler ce kabul edilip edilmemes i  sonucu etkileniy or.

         Usullere bağlılık ne kazandırır?

     Selef metodunda içtihadı ilgilendi ren meseleler in özel bir yeri vardır. Ulema herkes tarafından çözülemeyen bu tür konularda farklı görüşler ileri sürmüş ve çoğu kez ittifaka varmak mümkün olmamıştır.    İşte böyle hassas bir noktada bu usullere riayet etmek, bütün farklı  görüş  sahipleri ni   Ehl-i  Sünnet  vel  cemaat sınırları  içinde tutan bir güvence dolayısıyla  bir   müsamaha ortamı oluşturmaktadır.  Bir kimsenin  kendi görüşünü doğru kabul etmesi en tabi hakkıdır. Ama doğru olmayan, farklı anlayış sahipleri ni yanlış yolda olmak (sapıklık)’la  itham  etmesidir . Zira faklı yorumlara açık olan ve böylece ittifaka ulaşmayı engelleye n bu tür kapalı   meseleler de   tabii   olarak farklı ictihadla r ortaya çıkacaktır. Herhalde  kendi   fikrini doğru kabul etme hakkını başkalarından esirgemek bencillik ve fikri bir zulüm olur.   Şu kadarı var ki bir müctehid diğer müctehidin hatalı gördüğü noktalarını gösterebilir. Ama hatalı bile olsa bir müctehidin gerekli samimiyet ve şartları  yerine   getirdiği   sürece   en  az bir mükafat alacağını ve onun böylesine hayırlı bir işle  uğraştığını  aklından  çıkarmamalıdır.


 


--------------------------------------------------------------------------------

 

[1] Altbaşlıklar  bölümü  mütercime aittir

[2] Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c.8, s.66. “Yani bu üç asır halkından sonra gelecek olan bazı insanlar,dini  ve  ahlaki  kaidelere  bağlı   kalmayıp  bu  meseleler e  önem  vermeyece k.”

[3] Bu  mevzuda  bkz.: Fethu’1-Barî Şerh-i Sahih-il Buharı 4/7.

[4] Buharî Kitabu’l-Fiten 6. bab.

[5] Tirmizi’deki bu lafız her ne kadar zayıf kabul ediliyors a da diğer üç kitapta sahih rivayetle gelen farklı lafızlar vardır.

[6] Tecrid-i Sarih tere. ve şerhi c. 12, shf. 58

SELEFİLİK İTİKADI 2. BÖLÜM SONU
« Son Düzenleme: Haziran 10, 2010, 04:45:37 ÖS Gönderen: admin » Logged
« Yanıtla #2 : Haziran 10, 2010, 04:21:28 ÖS »
admin
Ziyaretçi
SELEFİLİK İTİKADI - 3. BÖLÜM KONU İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ

SELEFİLİK İTİKADI - 3. BÖLÜM

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/default.aspx?i=18252&y=YusufKaplan
Selefîlik, tasavvuf ve Protestan laşma tehlikesi (3)

Selefîlik ile sûfilik, müslüman hayat-dünyasının ve İslâm düşünce geleneğinin biri dışa açılan / zahirî, diğeri içe yönelen / batınî iki zıt kutbunu temsil eder. Her ne kadar burada "iki zıt kutup" ifadesini kullanıyor olsam da, selefîlik ile sûfilik, iki farklı ufkun sütunlarıdır aslında.

İşte bu nedenledi r ki, selefî sûfiler de, sûfî selefîler de vardır ve hiç de azımsanmayacak miktardadır. Sahici selefîlikle sahih sûfîliği bağdaştıran âlimlerin başında İbn Teymiyye gelir.

Selefîlik, müslümanın dış dünyasını kirlerden arındırmakta, sûfilik ise iç dünyasını nurlandırmakta belirleyi ci roller oynar.

Selefîlik, düşünce, sanat ve benzeri hayal, hikmet ve marifet alanlarının dünyasından uzaktır. Oysa bu dünyalara açılan sonsuz ve doyumsuz kapıların anahtarı tasavvuft a gizlidir.

Selefîlik, müslüman hayatının buhran geçirdiği, fesada uğradığı zamanlard a; sûfîlik ise daha çok İslâm düşüncesinin bunalımlarla karşı karşıya kaldığı dönemlerde, Müslümanlara münferit ve müşterek düzlemlerde yönlerini, aslî özelliklerini hatırlatırlar.

Bu söylediklerimiz, modern selefîlikle, postmoder n sufizm için geçerli değildir. Modern selefîliğin kendisi bir kriz durumunun adıdır çünkü. Aynı şey postmoder n sûfizm için de söylenebilir. Nasıl ki, modern selefîlik, "Kur'ân İslâm'ı" gibi Lutherci, rasyonali st, peygamber siz İslâm algılarından, kolaylıkla provoke olabilen türlü şiddet örgütlerine kadar pek çok uçuk-kaçık oluşumun dölyatağı olmuşsa; aynı şekilde postmoder n sûfizm olarak adlandırdığım fenomen de, tasavvufu n derûnî dünyasını delik deşik ederek new age'vârî ve İslâm'dan koparılan bir egzersiz, bir trans, bir transanda ntal meditasyo n, bir yoga hareketin in kaynağına dönüşebilir.

O yüzden, tasavvuft an ziyade, postmoder n duyarlıklar tarafından kolaylıkla kavranabi lir ve yutulabil ir bir sûfizm hareketin den sözediyorum.

Gerçekten de Batı'da, özellikle de Amerika'da İslâm'dan bağları kopartılan bir sufizm hareketi yeşertilmeye çalışılıyor. Buna teşne kişilerin, grupların olduğunu ben bizzat gördüm Batı'da.

Sufizm hareketiy le Taoizm, Hinduizm ve Budizm'in başına gelenler tasavvufu n da başına gelirse, tasavvuf da tıpkı bu doğu hikmet gelenekle ri gibi içi boşaltılarak bir "kişisel gelişim" sapmasına sos yapılabilir. Ve bu sos, Batı'dan bize, çok daha kolay, cazip ve hızla ambalajla narak postalana bilir ve yalattırılabilir. Elbette ki, Budizm, Hinduizm ve Taoizm, fıkıh gibi güçlü ve köklü bir korunaklı sığınağa ve kontrol kaynağına sahip değiller. Tasavvuf, fıkıh gibi muhkem bir kaynağın denetimin e her daim açık olan şeriat-tarikat-hakikat yolculuğunu eksene almak durumunda olduğu için, doğu dinlerini n başına gelenler İslâm'ın başına gelmeyebi lir diye düşünebiliriz.

Ama böyle düşünmekle büyük bir yanılgıya düşeceğimizi hatırlatmak isterim. Postmoder n izafileşmenin, haz ve hız tutkusunu n, kırılgan ve uçucu duyarlıkların ve kimlik biçimlerinin hayatın her alanına hızla sirayet ettiği bir zaman diliminde, tasavvufa gösterilen ilginin artması son derece doğal. Ama bu ilginin arkasından tasavvufu postmoder n söylemler ve duyarlıklar üzerinden dönüştürmek de aslâ yabana atılmaması gereken bir ihtimal.

Bir bütün olarak insanın kişiliğinin terbiye ve tezkiye işiyle hemhâl olan tasavvufu n bir süre sonra diğer doğu gelenekle ri gibi salt iç arınma, kişisel gelişim egzersizl erine dönüştürülmesinin önünü alamayabi liriz. (Bu, bu mesele etrafında geçen yıl Kayseri'de bir dost meclisind e konu edindiğimiz ve özellikle Dursun Çiçek kardeşimin dikkat çektiği, benim o zaman biraz daha iyimser baktığım bir tehlike. Ama şimdi yanıldığımı, Dursun Çiçek kardeşimin daha haklı olduğunu gözlemliyorum).

Tasavvufu n bir bütün olarak idrak edilip tatbik edilebilm esi müslüman hayatının tam olarak hâkim olduğu bir vasatta mümkün olabilir. Gayr-ı İslâmî ortamlard a tasavvuf ancak zihnî bir ameliye olarak işleyebilir. Tasavvuf bir hâl hâli olduğu için, gayr-ı İslâmî bir vasat, tasavvufu n ruhunu olduğu kadar, dayandığı dinin ruhunu da yitirmesi ne neden olabilir.

İslâm'ın iki temel hayat ve düşünce kaynağının hem birbirine düşman edileceği, hem de seküler hayata ve dünyaya eklemlene rek içeriksizleştirileceği, ruhu çalınarak kuşa çevrileceği çok tehlikeli bir protestan laşma sorununun eşiğine doğru sürükleniyoruz. O yüzden, müteyakkız olmak zorundayız vesselâm.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Selefiyye
Selefiyye
Vikipedi, özgür ansiklope di
Git ve: kullan, ara
İslam

İslam Tarihi
 
İnanç Esasları
Allah'ın Birliği - Tevhid
Melekler • Kitaplar
Peygamber ler • Ahiret
Kaza ve Kader
 
İtikad mezhepler i
Cebriye • Kaderiye
Mürcie • Mu'tezile
Eşariye • Maturidil ik

 
Yeni Mezhepler
Vehhabili k • Kadıyanilik• Selefiyye
 
Ayrıca Bakınız
Sufizm • Dürzilik
Bahailik • Babilik
İslam Felsefesi
 

--------------------------------------------------------------------------------

 Bu kutuyu: göster • tartışma • değiştir 

Selefiyye (Arapça: السلفية), bir İslam dini mezhebi.

Selefiyye mezhebi, akıl ve nakil (Kur'an ve Sünnet) konusunda mutlak nakle inanır,aklı sahih nakle tabi görür. İman esasları ile ilgili konularda Kur'an ve Sünnetteki açıklamalar ile yetinip bunları aynen kabul eder. Bu kabule müteşâbihler de dahildir, te'vîl (görünür anlam dışında bir başka anlamda kabul etme[1]) etmemekle beraber cisimleştirme (yani tecsîm) de yapmazlar .

Eş'arilik ve Matüridilik kurulana kadar, Sünni Müslümanlar itikadi yönden Selefiyye ye bağlı sayılırdı. Günümüzdeki Selefiyye terimi ise dört mezhepten herhangi bir mezhebe bağlı olmayan, Muhammed bin Abd ul-Vahhab'ın öğretilerini benimseye n, İslam Coğrafyası'nda yaygın şekilde Vahhabili k olarak tanınan inanç sistemini benimseye nlerin, kendi inanç sistemler ini tanımlamak için kullandıkları isimdir. Selefiyye itikadi konulara aklın karıştırılması konusunda Mu'tezile mezhebini n tam tersidir[2]; Mu'tezile mezhebi aklı birinci sıraya koymakla beraber akıl ile naklin çeliştiği durumlard a aklı kullanara k tevile gider ve genel olarak felsefeci bir tutum benimserk en, Selefiyye mezhebi ise itikadi konularda akla yer vermez, sadece nakil (Kur'an ve Sünnet) ile hareket eder. Müteşabihler konusunda, müteşabihi olduğu gibi kabul ederken kastedile n manayı insanların bilemeyec eğini, konunun manasını Allah'a havale ettikleri ni belirtirl er. Örneğin Fetih suresi 10. ayette (48/10) geçen Allah'ın eli ifadesini[3]"Allah bir eli olduğunu ayette belirtmiştir, buna göre bir eli vardır fakat bu elin keyfiyeti(nasıllığı)nedir biz bilemeyiz, bunu Allah'a havale ederiz" olarak cevaplandırırlar. Hiçbir şekilde tevile gitmezler .

Genellikl e Hanbelî fıkıh mezhebine bağlı olanlar itikadda Selefidir ler. Ancak Selefiler fıkıhta mezheb taklidini benimseme dikleri için kendileri ni bir mezhebe bağlı saymazlar . 4 büyük imamı esas alırlar, hâdis ilmine ve alimlerin e çok önem verirler, itikâd olaraksa İbn Teymiye'yi Şeyhülislam olarak görürler, ve dini belli bir konuda ihtilaf varsa genel görüşe yani icma'a uyarlar. Bugün Selefiler in en yoğun olduğu bölge Suudi Arabistan'dır.

 İman Görüşü [değiştir]
Büyük Selef alim ve muhaddisl erinin iman konusunda ki görüşü genelde şöyledir[4]:

İman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir.
Selefiyye ye göre amel imanın bir parçası olduğu için, eğer amellere gereken özen gösterilmezse, iman hem nicel hem de nitel açıdan azalır. Tam tersinde; eğer amellere çok fazla önem verilirse ve şahıs ameli yönden kendisini geliştirirse, imanı hem nicel hem de nitel açıdan artar.Nit ekim Kur'an ve Hadislerd e bu hususta pek çok delil vardır.

 Notlar [değiştir]
^ TDK Güncel Türkçe Sözlük, tevil
^ "Selefiyye", enfal.de URL erişim tarihi: 16 Haziran 2007
^ E. Hamdi Yazır'ın Türkçe Kur'an Meâline göre ayetin meâli şöyledir: "Her halde sana biat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli (kudreti) onların elleri üstündedir. Onun için her kim cayarsa yalnızca kendi aleyhine caymış olur. Her kim de Allah'a verdiği sözü yerine getirirse O da ona yarın büyük bir mükafat verecekti r." E. Hamdi Yazır eli ifadesini Selefiyye gibi ele almayıp kudreti şeklinde parantez içinde açıklamada bulunmuştur. Bununla birlikte Selefiyye gibi çeşitli mezhepler de, maddedeki metinde açıklandığı gibi, bu ve benzeri ifadeler daha zahirî boyutta alınır, aklî bir şekilde tevil edilmez.
^ sf 24-26, "İman-Küfür Sınırı", Ahmed Saim Kılavuz. Marifet Yayınları, İstanbul, 1990.
Daha yaygın kullanım: Vahhabili k http://tr.wikipedia.org/wiki/Vahhabilik


Selefilik, İslam ümmeti geneli içinde tartışmaya açık bir kavram. Bir islam aliminin ya da avamdan birinin "selefi" olması iyi  bir şey midir, yoksa kötü birşey midir? Selefilik ile Ehli sünnet ekolü arasında herhangi bir ilişki var mıdır? Selefiler, dini doğru yaşarlar mı? Bu soruların cevaplama ya çalışalım.

Evvela, “selef” kelimesin in manasına bakacak olursak; kendi yerine geçilen, bir yerde ya da makamda kendinden önce bulunan kişiye selef denir. Selefden sonra bir makama oturana da halef denir. Zaten Türkçe’de halef-selef deyimini sıklıkla kullanırız. “Ahmet ile Mehmet halef selef oldular” dediğmizde, Ahmet, Mehmet’in yerine geçti, onun halefi oldu (halifesi) manasını kastederi z.

Selef kelimesin in manasını sanırım anladık. İslam ıstılahında ise selef kelimesin in ne olduğunu anlamak için peygamber efendimiz’in (s.a.v) Buhari ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında yer alan şu hadisini bir okuyalım:

“En hayirli nesil benim dönemimde yasayanla rdir. Sonra onlari izleyenle r, sonra onlarin ardindan gelenlerd ir”...

İşte ehli-sünnet dairesind en baktığımızda; selef demek, peygamber efendimiz dönemi ve sonraki iki dönemde, yani, toplamda üç kuşakta yaşamış insanlar kastedili r. Bunlar: sahabeler, tabiun ve tabe-i tabiundur .  Ehli sünnet itikadına göre bu üç zümre selefdir ve selef, müslüman iman, amel, zühd, takva ve edep gibi vasıflar yönünden idealdir, bir müminin yaşamına selef öncü olmalıdır, yaşayışımızı selefe göre düzenlemek gerekir. Selefe (selefi salihin) uyana da selefi, bu yönteme de selefilik denir. İmam-ı azam Ebu Hanefi gibi alimler, eserlerin de kurtuluşun selefi yaşam tarzıyla olabileceğini aktarırlar.

Buraya kadar anlattığımız selefilik bir ehli sünnet mümini için gayet olumlu bir vasıf. Fakat, selefilik aynı zamanda vahabbili k mezhebini n bir diğer adıdır da. Zaten insanlard aki kafa karışıklığı da buradan kaynaklan makta; birbirine zıt iki iki yaşayış tarzının aynı isme sahip olması kavram karmaşasını ortaya çıkarıyor.

Günümüz selefiliiği, yani vahabalil ik kaynaklı selefilik ehli sünnet ekolüne (gerçek selefiliğe, selefi salihine) hiç uymaz. Ameli ve itikadi manalarda bir sürü görüş ayrılığu vardır. Örneğin günümüz selefiliğinin ehli sünnet ekolüne uymayan bazı görüşleri şunlardır:

(Aşağıdaki bu dört görüşü Semerkand Dergisi, Aralık 2003 sayısından aldım. Yazarı Ebubekir Sifil, kısaltarak aktarıyorum. Aşağıda bahsedile n selefilik ehli sünnete aykırı olandır)

1.Mütesabih ayet ve hadislerl e ilgili görüsleri:

Selefîligin en bariz vasiflari ndan birisi, mütesabih ayet ve hadisleri lugat anlamini esas alarak oldugu gibi kabul etmek seklinde kendisini göstermektedir.

Buna göre Kur'an'da ve hadislerd e Allah Tealâ hakkinda zikredile n “el, yüz, gelme, oturma, inme, Ars'a istiva etme, gazaplanm a, gülme...” gibi sifatlar, mahlukat hakkinda ne ifade ederse, Selefîler'e göre Allah Tealâ hakkinda da ayni seyi ifade eder.

Oysa Kur'an'da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ'nin bu gibi sifatlari ni mahlukati n sifatlari na benzetmen in dogru olmadigin i ortaya koymaktad ir.

2. Tasavvuf hakkindak i görüsleri:

Islâm dünyasinin bazi yerlerind e tasavvuf adi altinda sergilene n birtakim yanlis anlayış, Selefîler'in tasavvufu n özüne düsmanlik beslemesi ne gerekçe teşkil etmistir. Oysa Ehl -i Sünnet ve'l -Cemaat'ten asla ayri düşünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batinîlik, Hurûfîlik gibi sapik cereyanla rdan uzaktir. Ehl-i Sünnet çizginin muhafazas inda ve yayilmasi nda son derece büyük katkilari bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanlarin kalbî ve ruhî hayatinin inkisafin da, ahlâkin güzellestirilmesinde ve erdemli fertlerin yetismesi nde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemis ve tamamen onlara uymustur. Gerek itikadî, gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüsleri ortadadir .

3.Taklid hakkindak i görüsleri:

Bir kisim Selefîler, fikhî meseleler de herhangi bir müçtehid imamin taklid edilmesin e de siddetle karsi çikarak, bunun da kisiyi sirke ve küfre götürecegini iddia ederler. Bu iddialari ni ispat için de birtakim ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.

Oysa bu ayet ve hadislere yakindan bakildigi nda taklidin haramligi iddiasina uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikle ri görülür. Tipki tevessül konusunda oldugu gibi, taklidin haramligi konusunda da bu ümmetin tatbikati Selefîler'in iddialari nin geçersiz oldugunu gösteren en büyük delildir.

4.Kiyas konusunda ki görüsleri:

Günümüzde Selefîler olarak anilan grup içinde, kiyasin şer'î bir delil sayilamay acagini, çünkü kiyasin, “Allah'in dininde sahsi görüs ile hüküm vermek” oldugunu söyleyenler mevcuttur .

Oysa fikih usulü kitaplari nda ayrintili bir sekilde açiklandigi gibi, gerek Kur'an ayetleri, gerekse hadisler, vakia olarak sinirlidi r ve insanligi n karsilast igi her olayin hükmünün, ayetlerde ve hadislerd e zikredilm is olmasi mümkün degildir. Kur'an ve Sünnet konusunda biraz malumati olan herkes bu noktayi kabul ve itiraf eder.

Gördüğünüz gibi dostlar, gerçek (salih) selefilik ile vahabi temelli selefilik arasında dağlar kadar farklar var. Dolayısıyla yazımın başlığında “Selefilik İyi midir, kötü müdür?” diyerek sorduğum sorunun cevabı, “hangi selefiliği kastediyo rsun?” şeklinde bir soru ve ona göre verilecek bir cevaptır.

Günümüz selefiliğin (vahabi, mütezile vb... mezheb tabanlı) savunduğu fikirleri n gerçek selefilik te (ehli sünnet vel cemaat’in benimsediği) yeri kesinlikl e yoktur.

http://www.ozgurder.org/v2/news_detail.php?id=1359
ANA SAYFAYA DÖN » Bursa Şubesi » Etkinlikl er 28.03.201 0 00:41 Bursa'da "İslam Düşüncesinde Selefilik" Semineri
Yazı boyutunu büyütmek için :     
Özgür-Der Bursa Şubesi tarafından gerçekleştirilen "İslam düşüncesinde mezhepler" seminerle rinin dördüncüsü olan "İslam Düşüncesinde Selefilik" konulu seminer Cenk Ağ tarafından dernek binasında sunuldu.

Kendisini n de bir zamanlar selefiye düşüncesinde olduğunu belirten Cenk Ağ, bu ekolün düşünsel yapısını çeşitli örneklerle konuşmasına yansıttı.
Selefiyen in mezhepten çok bir ekol olduğunu dile getiren Ağ; ehl-i sünnetten bir fırka olduğunu, temel özelliklerinin nasların zahiri manalarıyla yetinmek olduğunu belirtti. Kendileri fırka-i naciye olarak gördüklerini söyledi.
Ağ selefiyen in bilgide değer olarak nakli öneme aldığından, yazılı kaynaklar da geçen bilgiyi kabul ettiğinden bahsetti. Doğal olarak  bir selefi için "ilim=nakil" mantığı kabul görür . İslam düşüncesinde mezhepler oturmaya başladıktan sonra selefiye kendi kanaat önderi olarak Ahmet Bin Hanbel'i benimsediğini, onun görüşleri ışığında şekillenen terminolo jik yaklaşımların günümüze Muhammed bin Abdul Vahab tarafından temsil edildiğini belirtti. Günümüzde selefiye olarak ifade edilen ekol iki ana kol şeklinde karşımıza çıkmakta olduğunu belirten Ağ bunların Vahhabi (Suud) ve Azzam (Cihad) kolları olduğunu söyledi.
Ağ selefiye tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen iki şahsiyet; İbn Teymiyye ve İbn-i Kayyim el-Cevziye'nin metodoloj ik tutumlarının selefiye tarihinde yepyeni bir çığır açtığını; bu iki şahsiyetle beraber selefiyen in düşünce, rey ve te'vil ile tanıştığını belirtti.
Konuşmasında Türkiye'de selefiliğin dayandığı noktalard an, bu coğrafyada selefiler in karşılaştığı sıkıntılardan, uyum sorunlarından da, selefi geçmişine dayanarak, bahsetti.
Selefiliğin tasavvufa bakış açısının küllüm reddiye olduğunu belirten Ağ, istisna olarak tasavvufa yakın olan selefiler olduğunuda ifade etti.
Ebu Hanife'nin rey ekolünden olması sebebiyle, selefiye tarafından tekfir ifade ettiğini söyledi. Sebep olarak selefiyen in akılcılığa karşı olduğunu, naslara dayandığını ve bu naslarla şekil bulduğunu belirtti.
Ayrıca Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Seyyid Kutup, Ali Şeriati gibi isimlerin selefilik çatısı alındığını ancak böyle bir durumun söz konusu olmadığı ifade etti.
Seminere müteakib alınan sorular ve cevaplarından bazıları şunlardı:
- Sahih sünnetin selefiler deki karşılığı nedir? > Tüm rivayet ve hadisler, sahih sünnettir.
- Kur'an ın selefiye açısından konumu nedir? > Öncelikli kaynaktır ancak tek başına anlaşılamaz. Tefsiri hadisle olur. Bir hadis Kur'an'daki bir ayeti neshedebi lir.
- Osmanlı'nın selefiyey e karşı tutumu nedir? > Sıcak bakmaz. Tasavvuf mantığına büründüğünden selefiyey i kabul etmez. Hatta suud emirini getirip asmıştır.
Seminer üstte yazılı soru ve cevaplarl a son buldu.
Haber: Gökhan Ergöçün

http://www.turk.ch/islam/sorular/SelefilikNedir.htm
Selefîlik nedir? 
 

Soru: İ'tikâdda tek mezheb, Ehl-i sünnet vel cemâ'attir. Amelde ise dört hak mezheb vardır. Son zamanlard a, selefiyye mezhebi diye bir şey çıkardılar. Selefîlik nedir?
Cevap: Eshâb-ı kirâma, tâbi'îne, tebe-i tâbi'îne selef veya selef-i sâlihîn denir. Bunların yoluna "Ehl-i sünnet vel-cemâ'at" denir.

Mezhebsiz ler, selef kelimesin i istismar ediyorlar . (Selefiyye mezhebi, selefin yoludur) diyorlar. İmâm-ı a'zâmın, İmâm-ı Eş'ârînin, İmâm-ı Mâtüridînin yolu selefin yolu değilmiş gibi bir intiba vermeye çalışıyorlar.

Ba'zı sapıklar da çıkıp, (Peygamber iyye mezhebi) kursa, buna da bu peygamber in yoludur dese i'tibâr edilir mi? İmâm-ı Gazâlî hazretler i, Eshâb-ı kirâmın yolu olan Ehl-i sünnet i'tikâdını anlatıp, (İşte selefin mezhebi budur) buyuruyor .

İ'tikâdda mezheb tektir. Çünkü i'tikâdda ayrılık olmaz. İ'tikâdda mezhebimi z Ehl-i sünnet vel- cemâ'attır. Ehl-i sünnet fırkasının meşhûr iki imâmı vardır. Birincisi İmâm-ı Eşârî, ikincisi İmâm-ı Mâtüridî'dir. İkisinin ictihâdları arasındaki farklılık temelde değildir. Eğer farklılık temelde olsa idi, birisi Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrı olsaydı, elbette onun i'tikâdı Ehl-i sünnet kabûl edilmezdi . Amele âit bir mezhebde farklı ictihâdlara sahip imâmlar olabilir. Meselâ İmâm-ı a'zâm ile İmâm-ı Ebû Yusuf'un ictihâdı farklı olabilir. Farklı olması, rahmet olup Hanefî mezhebine aykırı olmaz. İmâm-ı Eş'ârî ile İmâm-ı Mâtüridî arasında îmân konusunda temelde ayrılık yoktur. Hattâ biri Hanefîlerin, diğeri şâfi'îlerin imâmı demek de doğru değildir. İkisi de ehl-i sünnetin imâmlarıdır. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Mâtüridî, hanefî mezhebine göre amel ettikleri için i'tikâdda Hanefî imâmları olarak bilinmekt edir. Ebûl Hasen-i Eş'ârî de Şâfi'îye göre amel ettiği için i'tikâdda Şâfi'î imâmı olarak tanınmaktadır. Bir şâfi'î, İmâm-ı Mâtüridî gibi inansa veya bir Hanefî, İmâm-ı Eş'ârî gibi inansa Ehl-i sünnet olmaktan çıkmaz. Fakat bir kimse, amele âit bir hükümde ihtiyâçsız kendi mezhebini bırakıp, başka bir mezhebin hükmü ile amel etse mezhebsiz olur. (Hulâsat-üt-tahkîk)

Hiçbir İslâm âlimi, selefiyye mezhebi diye bir mezhebden bahsetmem iştir. Türkiye'de ilk defa emekli postacı denilen bir sapık, bu sapıklığı ortaya çıkarmıştır. İbni Teymiyyec iler, selefîyiz diyorlar. Selefîlik, vehhâbiliğin başka adıdır. Emekli postacı, selefiyye mezhebind e olduğu için Elhamdülillah diyor. Bu postacının yolundan giden ba'zı selefî yazarlar, i'tikâdda hak olan mezhebi üçe ayırıyorlar. Hâlbuki Tirmizî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi Cehenneme gidecekti r) buyurulur ken, üç fırkaya fırka-i naciye denir mi, i'tikâdda üç tane hak mezheb olur mu? Fırka-i naciye denilen kurtuluş fırkası bir tanedir. O da Ehl-i sünnet-vel-cemâ'attir. Hadîs-i şerîfle de bildirild iği gibi, diğerleri Cehenneme gidecekti r. (Hadîka)

Günümüzde mezhebsiz bir prof. bir kitap yazıyor. O zihniyett eki başka bir prof. da, mezhebsiz lik üzerine yazılar yazıyor. Kaynak olarak da mezhebsiz bir profu gösteriyor. Din konusunda günümüzdeki profların yazısı hüccet olur mu? İslâm âlimlerinden nakletmiy orsa yazılarının hiç kıymeti olmaz. Meselâ mezhebsiz bir yazar, Mi'râcı inkâr edici bir yazı yazıyor. Sahîh hadîse mevzû diyor. (İnanmazsanız falanca profesörün şu kitabına bakabilir siniz) diyor. Kendisi senet olmadığı gibi, kaynak olarak gösterdiği mezhepsiz de senet değildir.

Her gazetede, ba'zı yazarlar, bilmese de dinden bahseder. Bizim gazetede de dinden bahseden yazarlar vardır. Onların mu'teber nakle dayanmaya n din hakkındaki yazıları kendi görüşleri olur. O yazılar, bizi de, gazetemiz i bağlamaz.

Bir mezhebde bulunan müslüman, diğer üç mezhebdek i müslümanları kardeş bilir. Onları incitmez. Birbirler ini severler, yardım ederler. Allahü teâlâ, müslümanların îmânda birleşmelerini, emrediyor . Böyle inanmaya, Ehl-i sünnet denir. Bütün müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdik leri gibi inanmaları lâzımdır. Sonradan çıkan Selefiyye veya mezhebsiz lik inanışlarının bozuk olduğunu bildiren mu'teber kitaplar çoktur.

Amelde mezhebler in bir olmayıp, çok olmasının, lüzûmlu, fâideli olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirler ine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşanlara, bir mezheb kolay iken denizcile re, bu mezheb güç oluyor. Bir hastaya bir mezheb kolay iken, başka hasta için, başka mezheb kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada çalışanlar için de, bu ayrılış görülmekdedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklîd ediyor veya bu mezhebe tamamen geçiyor. Mezhebsiz lerin istedikle ri gibi, tek bir mezheb olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymaya zorlansay dı, bu hâl çok güç, hattâ imkânsız olurdu. (Hadîka)
 


http://www.tevhidkalesi.com/?board=38.0
Müslümanlar ve Selefîlik
Etiketler: Selef-i Sâlihîn, Selef-i Sâlihînin Akidesi, Selef-i Sâlihînin Mezhebi, Selef-i Sâlihînin Yolu, selefi, Selefî Kavramı, Selefî Olmak Ne Demektir, Selefî Olmak Nedir, Selefîlik Kavramı, Selefîlik Nedir
Paylaş | Selef ve selefî olmak nedir, gibi soruların cevablarını arayacağımız bu bahsimizd e, “Selefîlik” adıyla meşhur olmuş akımın reklamını yapma gayreti içinde olmayacağız.Bunu yapmamız zaten mümkün değildir.Çünkü onlar hakkında etraflı bir bilgiye sahib değiliz.Eğer hakkında bilgiye sahib olmadığımız bir konu ile karşı karşıya isek, o konuda sükût etmeyi ve hüsn-ü zannda bulunmayı daha uygun buluruz.B izim ele alacağımız selefîlik, Tevhîd‘i bizden önce yaşayıp bize yön gösterenleri anlamaya çalışmak biçiminde olacaktır.


Selefîlik nedir ya da selefî olmak nasıl gerçekleşir gibi suallere cevab olsun için, kısa ve öz bir şekilde şunu söyleyebiliriz: “Selefî olmak, her ne kadar bizden önce yaşamışlarsa da, bize Allâh’ın yolunu gösterenlerin yolundan gitmektir .” Bu tanımın içine giren kişiler, başta Tevhîd’in kendileri nden neş’et ettiği peygamber ler olmak üzere -ki hepsine salât ve selâm olsun- onların peşinden giden ve onlara vâris olan kişilerdir.“Bizler, son peygamber olan Muhammed’in (s.a.s.) şeriatına uyar ve bu şeriatı bize kadar ulaştıran sahabe ve onlara uyanların yolundan başka bir yol bilmeyiz.” İşte bir insan bu düşüncede ise, gerçek mânâda selefî olduğunu iddia edebilir.


Selefî olmak, esasen bizden önce yaşamış sâlih kimseleri n yolundan gitmektir .Onun için, “selef-i sâlihîn” kavramının kullanımı, Müslümanlar arasında oldukça yaygındır.Bu, bizden önce yaşayıp Peygamber in (s.a.s) sünnetine ittiba etmiş kimseler için kullanılan bir tabirdir. Yani, sâlih olan seleften olabilmek için; îmân etmek ve bu îmâna uygun davranışlarda bulunmak gerekmekt edir.Bunu n için, böyle kişilerin, hem âlim hem de ilmi ile âmil olmaları aynı zamanda da ârif zâtlar olmaları gerekmekt edir.Bu özellikleri üzerinde barındıran kimseler selef-i sâlihînden olanlardır ve Müslümanların onların bildirdik lerine uyması bir dînî/îmânî bir görevdir.


Şu ânda, Müslümanların çoğu kendileri nden önce yaşamış selef-i salihîn adını verdiğimiz kimseleri n, Peygamber den (s.a.s) alarak bize miras bıraktıkları yolu takib edebilme imkanına sahibtirl er.Bu toplulukl arın başında, Ehl-i Sünnet cemaati gelmekted ir.Fakat, kendini Ehl-i Sünnet olarak isimlendi ren Müslümanların bazıları sâlih olan selefin yolundan gidiyor değildir.Aynı şekilde, Şia içinde de sâlih olan selefin yolundan gidenler olduğu gibi, aşırıya kaçan kimseler de vardır.


İşin aslına bakacak olursak, selefî olmak, Tevhîd’i yaşayan kimseleri n hayatlarını öğrenmek ve onların yaşadıkları gibi bir hayat yaşayabilme gayretini göstermektir.Fakat, ataların yolunu izlemek ile Tevhîd erlerinin yolunu izlemek arasından farkı da gözden kaçırmamak ve altını çizerek vurgulama k gerekmekt edir.Atal arın yolunu izleyen “ataistler” sorgusuz-sualsiz, atalarını üzerlerinde bulduklarına uyarlarke n; selef-i sâlihînin yolunu izleyen mü’minler, tahkîk ehli olup doğru ve yanlışı Allâh’ın kendileri ne verdiği basiret ve firaset sayesinde ayırt edebilmek tedirler. Yani selef-i sâlihîni izlemek isteyen birisi, selefi nasıl buldu ise onlara o şekilde uyacak değildir.Onların yaptıklarını sorgular, Kur’ân ve sünnet-i Rasûlullâh (s.a.s) süzgecinden geçirir ve daha sonra uygun olanları amele dönüştürüp, uygun olmayanla ra ise uymaz.


Bu konuda önemli bir nokta vardır ki o da, kendini her selefî sayan kimseye ithamlard a bulunarak o kimseyi sapık ilan etmemekti r.Çünkü, Müslümanlardan selef-i sâlihînin yolundan gitmeyen kim var ise, hepsi sapıklığa dûçâr olmuş ve yanlarına da nice masumları çekerek onlarla birlikte helak olmuşlardır.Böyle bir durumda, kendisini n selefî olduğunu söyleyen değil, selefî olmadığını söyleyen bir kimse sapıklığa yol açıyor demektir.Şu ayrımı da iyi yapmak gerekir ki, selefî olabilmek slogan ile değil îmân ve amel etmekle mümkündür.Kim îmân edip, îmânı ile uyumlu işler yaparlars a, işte onlar selefin yolundan gidenleri n tâ kendileri dir.


Ve’l Hamdu Lillâh.

SELEFİLİK İTİKADI 3. BÖLÜMÜN SONU
« Son Düzenleme: Haziran 10, 2010, 05:02:46 ÖS Gönderen: admin » Logged
« Yanıtla #3 : Haziran 10, 2010, 05:15:46 ÖS »
admin
Ziyaretçi
SELEFİLİK İTİKADI - KONU İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ

SELEFİLİK İTİKADI 4. BÖLÜM
KONU İÇİN ALTTAKİ LİNKLERİ TIKLAYINI Z

http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1659  
Selefiyec ilik nedir


Sual: Selefiyec ilik nedir? Selefiye mezhebi diye bir mezhep var mı?
CEVAP
Selefiyec ilik, vehhabiliğin kamufle adıdır. Vehhabile r, bu isim altında kendileri ni gizliyorl ar. Hatta kendileri ne hakiki ehl-i sünnet anlamında Ehl-i sünneti hassa diyorlar.

Selef, önceki demektir. Istılahta Sahabe ve Tabiine Selef veya selef-i salihin denir. Selef-i salihinin yolunda bulunan müslümanlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasslarda açık bildirilm emiş olan ahkamdaki ictihadla rını beğenmeyen ve bu manası açıkça anlaşılamayan nassları yanlış tevil ederek, anladıklarını Selef-i salihinin yolu olarak savunan sapıklara Selefiye denir. Selefin mezhebi vardır, selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. Selefin mezhebi ise ehl-i sünnet vel cemaattir .

Ehl-i sünnet itikadından ayrılan bazı din adamları Selefiye adını verdikler i sapık bir yol tutmuşlardır.
Bunun itikadda mezhep olduğunu söyleyip, kitaplarında yazmışlardır. Halbuki İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmem işler ve kitaplarında asla yazmamışlardır.

İslamiyet’te Selef-i salihin mezhebi, yani Ehl-i sünnet mezhebi vardır. Selef-i salihin; hadis-i şerif ile methedile n, övülen ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yani Selef-i salihin, Eshab-ı kiram ve Tabiine verilen isimdir. Bu şerefli insanların itikadına Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi denir. Bu mezhep, iman, inanç mezhebidi r. Eshab-ı kiramın ve Tabiin-i i'zamın imanları hep aynı idi, inançları arasında hiçbir fark yoktu.

İmam-ı Gazali hazretler i İlcam-ül-avam kitabında; "Bu kitapta itikad fırkalarından Selef mezhebini n hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhepten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshabın ve Tabiinin itikadları demektir. .." buyurarak Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi demek olduğunu açıkça bildirmiştir.

Mısır'daki Ezher Üniversitesinden mezun üstad ibni Halife Alivi Akıdet-üs-selefi vel-halef adlı kitabında şöyle yazmıştır:
"Ebu Zehra Tarih-ül-mezahib-ül islamiyye kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, Hanbeli mezhebind en ayrılan bazı kimseler, kendileri ne Selefiyin ismini verdiler. Hanbeli mezhebi âlimlerinden Ebu'l-Ferec ibni Cevzi ve diğer âlimler bu selefiler in, Selef-i salihinin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, mücessime fırkasından olduklarını bildirere k, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Daha sonra yedinci asırda, ibni Teymiye el-Harrani bu fitneyi tekrar alevlendi rdi. Kendileri ne Selefiye ismini takanlar, ibni Teymiye’yi kendileri ne imam bildiler.”

İbni Teymiye, Hanbeli mezhebind e olarak yetişti. Yani Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi aklına uyarak, sapık görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet itikadından ve dolayısı ile Hanbeli mezhebind en ayrılıp uzaklaştı.

Kendi başına ayrı bir yol tutup, tuttuğu bu sapık yolda sürüklenip gitti. Kendine tâbi olanları da saptırdı. Ona tâbi olanlar onun bu yoluna selefiye dediler. Bu hususu derinleme sine araştırıp, incelemem iş ve kaynakları iyi anlayamamış olan bazıları Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarındaki "Selef” ve "Selef-i salihin" ifadeleri ni değiştirerek, Selefiye şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır. İtikadda Selefiye diye bir mezhep yoktur. Peygamber efendimiz in hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidi r, imam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.

İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari hazretler i ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdik leri iman ve itikad bilgileri ni açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabil eceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretler inin talebe zincirind e bulunmakt adır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a’zam hazretler inin talebe zincirind edir.

Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlard a itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesi nin bataklıklarına saplanmış maddecile rin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.

Ehl-i sünnetin reisi ise imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretler idir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretler i, fıkıh bilgileri ni toplayara k, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resululla hın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgileri ni de topladı ve yüzlerce talebesin e bildirdi. Talebesin den, ilm-i kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesin den de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. Ebu Mensur, imam-ı a’zamdan gelen kelam bilgileri ni kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlen dirdi ve her tarafa yaydı.

İmam-ı Eşari de, imam-ı Şafii'nin talebesi zincirind e bulunmakt adır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tabiin ve Tebe-i tabiinin bildirdiği itikad ve iman bilgileri ni açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabil eceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretler i, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan dışarı çıkmamışlar, ayrı bir mezhep kurmamışlardır.

Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
"Ehl-i sünnet vel cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir."

Bazı kitaplard a, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebidi de şöyle demiştir:
"Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedili r."

İmanda, itikadda tek mezhep vardır
Bu iki imamın ve hocalarının, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların; imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidi r. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmekt edir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamber efendimiz tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendileri ni ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamber imiz, Allahü teâlâya, Onun yarattıklarına ve Onun emir ve yasaklarına imanın nasıl olacağını da bildirmiştir. Muhammed aleyhisse lama ve Onun bildirdik lerine, temiz, dürüst ve hakiki bir iman, ancak Onun bildirdiğine tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, Ondan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin kendileri ni haklı çıkarmak için öne sürecekleri dini, siyasi, beşeri, içtimai, fenni v.s. gibi sebepleri n hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslamiyet her ne suret ve sebeple olursa olsun, imanda ve itikadda ayrılığa asla izin vermemekt e, yasaklama ktadır.

Eshab-ı kiramın iman ve itikadda hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshabdan olmayanla r ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla imanda, itikadda bazı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı 72’ye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseye nlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve herbirine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler; "Münafık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur’an-ı kerimin müteşabih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile Mecusi inançlarının İslamiyet’e sokulma çabaları, Eshab-ı kiramın maslahata (huzurun, dirliğin, iyiliğin teminine) ait konularda ki ictihad ayrılıklarını anlayamam a ve bunları kendi nefsani arzularına, siyasi maksat ve ihtirasla rına perde veya alet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslamiyet’in henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerc e tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına ait bazı unsurları tamamen terk edememele ri ve bunları İslamiyet’ten sayma yanlışına düşmeleri" şeklinde özetlenebilir.

Ancak, İslam tarihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyasi ve dünyevi menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’an-ı kerimdeki muhkem ve bilhassa müteşabih âyet-i kerimeler i kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikamet inde tevil ederek kendileri ne Kur’an-ı kerimden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir.
Mesela, Kur’an-ı kerimde geçen, Allah’ın eli, yüzü vb. sıfatlarını gösteren ifadeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki manalarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zatı ve sıfatlarıyla tecsim eden, yani cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur’an-ı kerimin doğru manası olan murad-ı ilahiyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikle ri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.

İslamiyet’te (Selefiye mezhebi) diye bir şey yoktur
Selef-i salihinin yolunda bulunan müslümanlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasslarda açık bildirilm emiş olan ahkamdaki ictihadla rını beğenmeyen ve bu manası açıkça anlaşılamayan nassları yanlış tevil ederek, anladıklarını Selef-i salihinin yolu olarak savunan sapıklara Selefiye denir. Bu bid’ati ortaya çıkaranların en meşhuru İbni Teymiye ve vehhabile rdir. Bunlar kendileri nin Eshab-ı kiram yolunda olduğunu savunuyor, Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden yanlış ve bozuk manalar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakiki müslümanları kötülüyorlar.

Hemen söyleyelim ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, Selefiye denilen bir isim ve Selefiye Mezhebi diye bir yazı yoktur. Bu isimler mezhepsiz ler tarafından sonradan uydurulmuş ve cahil din adamları tarafından, mezhepsiz lerin kitapları Arabiden Türkçeye tercüme edilirken, Türkler arasında da yayılmaya başlamıştır.
Bunlara göre:
(Eşari ve Matüridi mezhepler i kurulmada n evvel bütün Sünnilerin tâbi oldukları mezhebe Selefiye adı verilmekt edir. Bunlar Sahabe ve Tabiinin izinde yürümüşlerdir. Selefiye mezhebi Eshabın, Tabiinin ve Tebe-i tabiinin mezhebidi r. Dört büyük imam bu mezhebe mensup idi. Selefiye mezhebini müdafaa için ilk eser, (Fıkh-ul-ekber) ismi ile imam-ı a’zam tarafından yazılmıştır. İmam-ı Gazali, (İlcam-ül avam-anil kelam) eserinde Selefiye mezhebini n esaslarını yedi olarak bildirmek tedir. İmam-ı Gazalinin zuhuru ile müteahhirinin ilm-i kelamı başlar. İmam-ı Gazali, önce gelen kelamcıların mezhepler ini ve İslam filozofla rının fikirleri ni tetkik ettikten sonra, kelam ilminin metotlarında değişiklikler yaptı. Felsefi düşünceleri, red maksadıyla kelama soktu. Razi ve Amidi, kelam ile felsefeyi mecz ederek bir ilim haline koydular. Beydavi ise, kelam ile felsefeyi birbirind en ayrılmaz hâle koydu. Müteahhirinin ilm-i kelamı Selefiye mezhebini n yayılmasına mani oldu. İbni Teymiye ve talebesi İbn-ül-Kayyım-il-cevziyye, Selefiye mezhebini ihyaya çalıştılar. Selefiye mezhebi sonradan ikiye ayrılmıştır: Eski Selefiler, Allah’ın sıfatları ve müteşabih nassları hakkında tafsilata girmemişlerdir. Sonraki Selefiler bunlar hakkında tafsil cihetine ehemmiyet vermişlerdir. İbni Teymiye ve ibni Kayyım Cevziyye gibi sonraki Selefiler de bu hâl açık olarak görülmektedir. Eski ve yeni Selefiler in hepsine birden (Ehl-i sünneti hassa) denir. Ehl-i sünnet kelamcıları bazı nassları tevil etmişlerse de, Selefiye buna muhalifti r. Selefiye, Allah’ın yüzü ve gelmesi, insanların yüzüne ve gelmesine benzemez diyerek müşebbiheden ayrılmıştır) diyorlar.
CEVAP
Eşari ve Matüridi mezhepler i sonradan kurulmuş demek doğru değildir. Bu iki büyük imam, Selef-i salihinin bildirdik leri itikad, iman bilgileri ni açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabil eceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari, imam-ı Şafii’nin talebesi zincirind e bulunmakt adır. İmam-ı Matüridi de, imam-ı a’zam Ebu Hanife’nin talebeler i zincirini n büyük bir halkasıdır.

İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi, hocalarının itikaddak i müşterek olan mezhepler inden dışarı çıkmamış, mezhep kurmamıştır. Bu ikisinin ve hocalarının ve dört mezhep imamının tek bir itikadı vardır. Bu da Ehl-i sünnet vel cemaat ismi ile meşhur olan itikad mezhebidi r. Bu fırkada bulunanla rın itikadları, inanışları, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin ve Tebe-i tabiinin inanışlarıdır. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretler inin yazdığı, Fıkh-ul-ekber kitabı, Ehl-i sünnet mezhebini müdafaa etmektedi r. Bu kitapta ve imam-ı Gazali hazretler inin, İlcam-ül-avam-anil-kelam kitabında Selefiye kelimesi yoktur. Bu iki kitap ve Fıkh-ul-ekber kitabının şerhleri arasında Kavl-ül-fasl kitabı, Ehl-i sünnet fırkasını bildirmek te ve bid’at fırkaları ile felsefeci lere cevaplar vermekted ir.

İmam-ı Gazali hazretler i, İlcam-ül-avam kitabında, (Bu kitapta itikaddak i fırkalardan, Selef mezhebini n hak olduğunu, bildireceğim. Bu mezhepten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshabın ve Tabiinin itikadları demektir. Bu mezhebin esasları yedidir) diyor. Görülüyor ki, İlcam kitabı, Selef mezhebini n yedi esasını yazmaktadır. Buna Selefiyen in yedi esası demek, kitabın yazısını değiştirmek ve imam-ı Gazali hazretler ine iftira etmek olmaktadır.

Ehl-i sünnet kitaplarının hepsinde, mesela, çok kıymetli fıkıh kitabı olan, Dürr-ül-muhtar’ın şahidlik kısmında, Selef ve Halef dedikten sonra; (Selef, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin ismidir. Bunlara (Selef-i salihin) de denir. Halef de, Selef-i salihinde n sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerine denir) yazılıdır.

İmam-ı Gazali ve imam-ı Razi ve tefsir âlimlerinin baş tacı olan imam-ı Beydavi hazretler i, hep Selef-i salihin mezhebind e idiler. Bunların zamanında türeyen bid’at fırkaları, ilmi kelama felsefeyi karıştırdılar. Hatta imanlarının esasını felsefe üzerine kurdular. Milel ve Nihal kitabında bu bozuk fırkaların inançları geniş anlatılmaktadır.

Bu üç imam, bu bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet itikadını müdafaa ederken ve onların sapık fikirleri ni çürütürken, onların felsefele rine de geniş cevaplar verdiler. Bu cevapları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karıştırmak değildir. Bilakis kelam ilmini, kendisine karıştırılan felsefi düşüncelerden temizleme ktir. Beydavi’de ve bunun şerhlerinin en kıymetlisi olan Şeyhzade tefsirind e hiçbir felsefi düşünce, hiçbir felsefi metot yoktur. Bu yüce imamlara felsefe yolunda idiler demek, çok çirkin iftiradır.

Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirayı ilk olarak, İbni Teymiye, Vasıta kitabında yazmıştır. İbni Teymiye’nin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyye’nin Selefiye mezhebini ihyaya çalıştıklarını söylemek ise, hak yolda olanlar ile bâtıl yola sapmış olanların ayrıldığı mühim bir noktadır. Bu iki şahıstan evvel Selefiye mezhebi, hatta Selefiye kelimesi yok idi ki, bu ikisinin ihyaya çalıştığı söylenilebilsin. Bu ikisinden evvel yalnız ve tek hak itikad olarak (Ehl-i sünnet vel-cemaat) ismi verilmiş olan Selef-i salihinin mezhebi vardı. İbni Teymiye, bu hak mezhebi bozmuş, birçok bid’atler meydana çıkarmıştır. Şimdi mezhepsiz lerin, dinde reformcul arın, kitaplarının, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, hep İbni Teymiye’nin bid’atleridir .

Bunlar, kendileri nin hak yolda olduklarına gençleri inandırmak için, korkunç bir hile ortaya çıkardılar. İbni Teymiye’nin bid’atlerini, yanlış fikirleri ni haklı göstererek, gençleri onun yoluna sürüklemek için, Selef-i salihine Selefiye ismini verdiler. Selef-i salihinin halefleri olan İslam âlimlerine felsefe ve bid’at lekelerin i bulaştırdılar. Bunları, Selefiye dedikleri uydurma isimden ayrılmakla suçladılar. İbni Teymiye’yi Selefiyey i yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid olarak ortaya koydular. Halbuki, Selef-i salihinin halefleri olan Ehl-i sünnet âlimleri, zamanımıza kadar, hatta bugün bile, yazdıkları kitaplarında Selef-i salihinin mezhebi olan (Ehl-i sünnet) itikad bilgileri ni savunmuşlar, ibni Teymiye’nin, Şevkani’nin ve benzerler inin Selef-i salihinin yolundan ayrıldıklarını ve müslümanları felakete ve Cehenneme sürüklediklerini bildirmişlerdir. Et-tevessül-ü-bin-Nebi ve bis-Salihin ve Ulema-ül-müslimin vel-muhalifun ve Şifa-üs-sikam ile bunun ön sözü olan Tathirul-füad min-denisil-itikad kitaplarını okuyanlar, yeni Selefiye denilen bu inanışları ortaya çıkaranların, müslümanları felakete götürdüklerini ve İslam dinini içeriden yıkmakta olduklarını çok iyi anlar.

Son günlerde, bazı ağızlardan Selefiye ismi işitilmeye başlandı. Her müslüman şunu iyi bilmelidi r ki, İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. İslamiyet’te yalnız Selef-i salihin mezhebi vardır. Selef-i salihin, hadis-i şerif ile meth ve sena buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Üçüncü ve dördüncü asırlarda gelen İslam âlimlerine Halef-i sadıkin denir. Bu şerefli insanların itikadına, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi denir. Bu mezhep, iman, inanış mezhebidi r. Selef-i salihinin, yani Eshab-ı kiram ile Tabiin-i izamın imanları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yoktu. Şimdi yer yüzünde bulunan müslümanların çoğu, Ehl-i sünnet mezhebind edirler. Yetmişiki sapık bid’at fırkalarının hepsi ikinci asırdan sonra ortaya çıktı. Bunların bir kısmının kurucuları daha önceden yaşamış iseler de, kitaplarının yazılması ve toplu olarak ortaya çıkmaları ve Ehl-i sünnete karşı baş kaldırmaları Tabiin-i izamdan sonra oldu.

Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resululla htır
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resululla htır. İman bilgileri ni Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tabiin-i izam da bu bilgileri ni, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz . Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır.

Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İtikadda mezhebimi zin iki imamı olan Matüridi ve Eşari de Ehl-i sünnet mezhebind e idi. Bu her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesi nin bataklıklarına saplanmış olan maddecile re karşı bu tek mezhebi savundula r. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukl arı yerler birbirind en ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitler i birbirind en farklı olmuş ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve veliler, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyer ek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebind e olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.

Ehl-i sünnet âlimleri, manaları açık olan nassları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, böyle âyet-i kerimeler e ve hadis-i şeriflere açık olan manaları vermişler, zaruret olmadıkça böyle nassları (tevil) etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsiz ler ise, yunan felsefeci lerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgileri nde ve ibadetler de değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.

İmanda parçalanmak, fırkalara ayrılmak yasaktır
İmanda parçalanma, gruplara ayrılmak kötüdür, asla caiz değildir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluy or ki:
(Hidayeti [kurtuluş yolunu] öğrendikten sonra, Peygamber e uymayıp, müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fena olan Cehenneme atarız.) [Nisa 115]

(Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız. [İmanda] Fırkalara bölünmeyiniz.) [Al-i İmran 103]

Peygamber efendimiz de, Müslümanlar arasında imanda ve itikadda ayrılıkların felaket olduğunu bildirere k, meşhur olan bir hadis-i şerifinde, (Yahudiler, 71 fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan 70’i Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtuldu. Hıristiyanlar da, 72 fırkaya ayrıldı. 71’i Cehenneme gitti. Benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72’si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur) buyurdu. Eshab-ı kiram, bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; (Cehennemd en kurtulan fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerd ir) buyurdu. (Tirmizi, İbni Mace)

İbni Teymiye’nin sapık fikirleri vehhabile re kaynak oldu
Mezhepsiz ler kendileri ne, Selefiye ismini takmışlar. İbni Teymiye, Selefiler in büyük imamıdır diyorlar. Bu sözleri bir bakımdan doğrudur. Çünkü, ibni Teymiye’den önce (Selefi) ismi yoktu. Selef-i salihin vardı. Bunların itikadları da Ehl-i sünnet mezhebi idi. İbni Teymiye’nin sapık fikirleri vehhabile re ve diğer mezhepsiz lere kaynak oldu. İbni Teymiye Hanbeli mezhebind e olarak yetişti. Yani Ehl-i sünnet idi. Fakat ilmi çoğalınca kendi fikirleri ni beğenmeye, kendini Ehl-i sünnet âlimlerinden üstün görmeye başladı. İlminin çoğalması, dalaletin e, sapıtmasına sebep oldu. Hanbeli olması kalmadı. Çünkü, dört mezhepten birinde olabilmek için, ehl-i sünnet itikadında olmak lazımdır. Ehl-i sünnet itikadında olmayan kimse için Hanbeli mezhebind edir denilemez .

Zamanımızda, ibni Teymiye’yi taklit etmek modası ortaya çıktı. Onun sapık yazılarını savunuyor ve kitaplarını, bilhassa Vasıta kitabını bastırıyorlar. Bu kitap baştan başa onun Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere ve icma-ı müslimine uymayan fikirleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakta, kardeşi kardeşe düşman etmektedi r. Hindistan’da bulunan vehhabile r ve başka İslam memleketl erinde, bunların tuzaklarına düşmüş olan cahil din adamları, ibni Teymiye’yi kendileri ne bayrak yapmışlar, ona (Büyük müctehid), (Şeyh-ül-İslam) gibi isimler takıyorlar. Onun sapık fikirleri ne, bozuk yazılarına din ve iman diye sarılıyorlar. Müslümanları parçalayan, İslamiyet’i içerden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu red eden, vesikalar la çürüten kıymetli kitaplarını okumalıdır. Bu kıymetli kitaplar arasında, büyük imam, derin âlim Takıyyüddin-üs-Sübki hazretler inin, Şifa-üs-sikam fi-ziyareti-hayril-enam kitabı, İbni Teymiye’nin bozuk fikirleri ni mahvetmek te, fesatlarını yok etmekte, inatçılığını ortaya koymaktadır. Kötü niyetleri nin, bozuk inanışlarının yayılmasını önlemektedir.

Vehhabile rin ve bazı mezhepsiz lerin Şeyh-ül-İslam bilip yolundan gittikler i İbni Teymiye hakkında geniş bilgi Mezhep ve Mezhepsiz lik maddesind e, Bazı şahıslar hakkında özet bilgi kısmında var.

Yehova Şahitleri ve Selefiyec ilerin benzer yönleri
Yehova (Yehve), Yahudiler in milli ilahlarıdır. Yehova dini, önce Russel tarikatı, 1931'de Yehova Şahitleri adını aldı. "İsa'nın dünya krallığı başladı" diyerek, devletler in sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya attılar. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975'tir. Tabii hepsi de boşa çıktı.
Öteki Hıristiyanlar (İsa üç tanrıdan biridir) derler iken, Yehovacılar için, ilah tek ise de, (İsa, Yehova'nın oğludur) derler. Hazret-i İsa'yı ilahlıktan çıkarmaları diğer Hıristiyanları kızdırmıştır. Milliyet ve vatan sevgisini reddederl er ve askerlik yapmaya karşıdırlar. Mevcut rejimlere ayaklanma ları, isyanı teşvik ederler.

Yahudilik dışında bütün dinleri düşman bilirler. Yöneticilerin hemen hepsi Yahudi'dir. Yahudi'lerin 19 kitabını bunlar da mukaddes kabul ederler. 144 bin seçkin Yahudi'nin dünyayı yönlendireceğine, Cennetin dünyada olacağına, Hazret-i İsa'nın dünyadaki Cennette krallık kuracağına, Yehovacıların dışında herkesin ölüp bir daha dirilmeye ceğine ve ölen Yehovacıların dirileceğine ve bir daha ölmeyeceğine inanırlar. Her çocuk günahkâr doğar derler.

Müslümanları aldatmak için, Yehova yerine "Allah" ve diğer İslami terimleri kullanırlar. Şık, süslü giyinmiş güzel kızlarla, tatlı, okşayıcı dillerle cahilleri aldatmaya, Hıristiyan yapmaya çalışırlar. Ele geçirdikleri adreslere broşür, kitap ve kaset gönderirler. E-maillerle, sitelerle zehir kusarlar.
Bunlar, birçok yönden Selefiyec ilere (Necdilere) benzerler .

Bazıları şöyledir:
1- Yehovacılar, "İlk Hıristiyanlar gibi, İncillere sarılalım" derler. Selefiyec iler de, "Yalnız Kur'ana sarılalım" derler.

2- Yehovacılar da, selefiyec iler de mezhebe, tarikata karşıdırlar. Selefiyec iler, birçok tasavvuf büyüğüne kâfir derler.

3- Yehovacılar, ilk Hıristiyanların yolunda olduklarını söylerler. Selefiyec iler de aynı mantıkla ilk Müslümanların yolunda olduklarını söylerler. (Selef, ilk Müslümanlar manasına gelir.)

4- Yehovacılar Cehennemi inkâr ederler. Selefiyec iler de, pirleri olan İbni Teymiye gibi Cehennem sonsuz değil derler.

5- Yehovacılar, Allah insan gibi düşünür diyerek "Tanrının düşüncesi" tabirini kullanırlar. Selefiyec iler de, "Kur'ani düşünce, İslam düşüncesi" gibi tabirler kullanırlar. Halbuki İslamiyet’i bir düşünce olarak kabul etmek küfürdür.

6- Yehovacılar da Selefiyec iler de, Allah gökte derler.

7- Yehovacılar ruha inanmaz, "Elektriğe benzeyen kişiliksiz bir kuvvet" derler. Bazı selefiyec iler de meleklere, rüzgar, tabiat kuvvetler i derler.

8- Yehovacılar, doğum günü kutlamazl ar. Doğum günü kutlamasına yaratıklara tapınmak derler. Selefiyec iler de doğum günü olan mevlidi bid’at sayar, Peygamber e tapmak derler.

9- Yehovacılar, kadere inanmazla r. Selefiyec ilerin bir kısmı da kadere inanmaz.

10- İncilleri işlerine geldiği gibi yorumlar, Yehovacı olmayanla ra kâfir derler. Selefiyec iler de, Kur'anı işlerine geldiği gibi yorumlarl ar. Selefiyec i olmayanla ra müşrik derler.

İbni Sebe, bir Yahudidir, Hıristiyanlığı bozan Pavlos da Yahudi'dir. Selefiyec ilerin Yehovacılara benzemele ri tesadüf değildir. Her bozuk fırkanın altında, bir Yahudi veya İngiliz parmağı vardır. Her taşın altında onlar gizlidir.

Selefilik [Vehhabilik]
Sual: İtikadda tek mezhep, Ehl-i sünnet vel cemaattir . Amelde ise dört hak mezhep vardır. Son zamanlard a, selefiye mezhebi diye bir şey çıkardılar. Selefilik nedir?
CEVAP
Eshab-ı kirama, tabiine, tebe-i tabiine selef veya selef-i salihin denir. Bunların yoluna Ehl-i sünnet vel-cemaat denir.

Mezhepsiz ler, selef kelimesin i istismar ediyorlar . (Selefiye mezhebi, selefin yoludur) diyorlar. İmam-ı a’zamın, imam-ı Eşari’nin, imam-ı Matüridi’nin yolu selefin yolu değilmiş gibi bir intiba vermeye çalışıyorlar.

Bazı sapıklar da çıkıp, (Peygamber iyye mezhebi) kursa, buna da bu peygamber in yoludur dese itibar edilir mi? İmam-ı Gazali hazretler i, Eshab-ı kiramın yolu olan Ehl-i sünnet itikadını anlatıp, (İşte selefin mezhebi budur) buyuruyor .

İtikadda mezhep tektir. Çünkü itikadda ayrılık olmaz. İtikadda mezhebimi z Ehl-i sünnet vel-cemaattır. Ehl-i sünnet fırkasının meşhur iki imamı vardır. Birincisi imam-ı eşari, ikincisi imam-ı Matüridi’dir. İkisinin ictihadla rı arasındaki farklılık temelde değildir. Eğer farklılık temelde olsa idi, birisi Ehl-i sünnet itikadından ayrı olsaydı, elbette onun itikadı Ehl-i sünnet kabul edilmezdi .

Amele ait bir mezhepte farklı ictihadla ra sahip imamlar olabilir. Mesela imam-ı a'zam ile imam-ı Ebu Yusuf’un ictihadı farklı olabilir. Farklı olması, rahmet olup Hanefi mezhebine aykırı olmaz. İmam-ı Eşari ile imam-ı Matüridi arasında iman konusunda temelde ayrılık yoktur. Hatta biri Hanefiler in, diğeri Şafiilerin imamı demek de doğru değildir. İkisi de ehl-i sünnetin imamlarıdır.

İmam-ı Rabbani ve imam-ı Matüridi, Hanefi mezhebine göre amel ettikleri için itikadda Hanefi imamları olarak bilinmekt edir. Ebul Hasen-i Eşari de Şafii’ye göre amel ettiği için itikadda Şafii imamı olarak tanınmaktadır. Bir şafii, imam-ı Matüridi gibi inansa veya bir hanefi, imam-ı Eşari gibi inansa Ehl-i sünnet olmaktan çıkmaz. Fakat bir kimse, amele ait bir hükümde ihtiyaçsız kendi mezhebini bırakıp, başka bir mezhebin hükmü ile amel etse mezhepsiz olur. (Hulasat-üt-tahkik)

Hiçbir İslam âlimi, selefiye mezhebi diye bir mezhepten bahsetmem iştir. İbni Teymiyeci ler, selefiyiz diyorlar. Selefilik, vehhabiliğin kamufle adıdır. Bazı selefi yazarlar, itikadda hak olan mezhebi üçe ayırıyorlar. Halbuki Tirmizi’nin bildirdiği hadis-i şerifte (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi Cehenneme gidecekti r) buyurulur ken, üç fırkaya fırka-i naciyye denir mi, itikadda üç tane hak mezhep olur mu? Fırka-i naciyye denilen kurtuluş fırkası bir tanedir. O da Ehl-i sünnet-vel-cemaattir. Hadis-i şerifle de bildirild iği gibi, diğerleri Cehenneme gidecekti r. (Hadika)

İtikadda ve amelde mezhep
Sual: İtikatta ve amelde kaç hak mezhep vardır?
CEVAP
İtikatta hak fırka tektir. O da, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Bu fırka, amelde, dört hak mezhebe ayrılmıştır. Bunlar, Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli’dir. Her mezhebin içinde müctehidler vardır. Mesela Hanefi mezhebind e, İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed, İmam-ı Züfer gibi. Bunlar Hanefi mezhebini n üsul ve kaideleri ne aykırı olmadan farklı ictihadla rda bulundukl arı için, Hanefi’den farklı bir mezhep sayılmamıştır.

Ehl-i sünnetin iki itikat imamı olan İmam-ı Matüridi ve İmam-ı Eş’ari de, Ehl-i sünnete aykırı olmayan farklı bazı ictihadla rda bulunmuşlardır. Bu farklı ictihadla rı Ehl-i sünnet itikadını zedelemez .

Mezhepsiz ler itikatta mezhebi üçe ayırıp, yani Matüridi ve Eş’ari diye ayırıp bir de selefiyye diye bir şey çıkarmışlardır. Bu selefiyye nin adından başka, selefi salihin ile hiçbir ilgisi yoktur. Vehhabile r kendileri ni bu isim altında gizlemekt edirler.

Tevhid ehli
Sual: Bazıları, kendileri için, tevhid ehli diyorlar. Her Müslüman tevhid ehli değil mi?
CEVAP
Elbette, her Müslüman tevhid ehlidir. Öyle söyleyenler, kendileri ne selefi diyen kimselerd ir. Selefilik, Vehhabiliğin kamufle edilmiş halidir. Bunlar, kendileri nden olmayana müşrik derler.
 


http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=SELEF%C4%B0L%C4%B0K&meta=

SELEFİLİK İTİKADI KONUSUNDA Kİ VİDEO  DÖKÜMANI
LÜTFEN ALTTAKİ LİNKİ TIKLAYINI Z
http://www.google.com.tr/search?q=SELEF%C4%B0L%C4%B0K&hl=tr&prmd=v&source=lnms&tbs=vid:1&ei=dfEQTOHUDaWUOMLHgc8H&sa=X&oi=mode_link&ct=mode&ved=0CAsQ_AU

http://www.zehirli.org/konu/selef-ve-selefilik.html
SELEF VE SELEFİLİK
Deniz tarafından Salı, 2007-09-04 21:48 tarihinde gönderildi. bidat ehlidin tahripçileriDr. Ebubekir Sifilmeal cilikmode rnistlerr eformistl ersapık fikirlers apık fırkalarselefselefi görüşüselefilerselefilikVehhabileryalnız kuran diyenler
Tarih içinde izine rastlanma dığı halde, günümüzde birçok fırka ve fikir akımı dikkat çekmektedir. Modernist ler, Reformist ler, Ehl-i Kur’an (Kur’aniyyun, Mealciler) ve İslâm’ın saf haline dönme iddiasında bulunan Selefîler bunlardan başlıcalarıdır.

Günümüzde ilmin zayıflaması ve doğru ile yanlışın birbirine karıştırılmış olması sebebiyle bu tür akımlar, bazı iyi niyetli müslümanların aldanmasına, yanlış yollara sapmasına vesile olmaktadır.

Bu yazı, son dönemlerde ortaya çıkan akımlardan biri olan Selefîliği kısaca tanıtmak ve yanlışlıklarını ortaya koymak maksadıyla kaleme alınmıştır. Bu akımın görüşleri, temsilcil eri ve onların tenkidi, hakkında müstakil kitaplar yazılacak kadar ayrıntılı ve önemlidir. Biz burada sadece konuyu ana hatları ile ele alacak ve kısa değerlendirmeler yapacağız.

Selef kime denir?

Hz . Peygamber s.a.v.’in “En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenle r, sonra onların ardından gelenlerd ir.”[1] şeklindeki hadisinde “en hayırlı nesiller” oldukları haber verilen ilk üç kuşağa Selef denir.

Bu ilk üç kuşak, sırasıyla Sahabe, Tabiun ve Tebe -i Tabiîn’dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerd ir.

Sahabe kuşağı, Hz . Peygamber s.a.v.’in vefatından sonra İslâm’ın biricik temsilcil eri olarak yaşamış, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedile n yeni bölgelerde İslâm’ı hakkıyla tebliğ etmiş, öğrenciler yetiştirmişlerdir. Kur’an’ı, hadis-i şerifleri ve İslâmî uygulamal arı bütün müslümanlar Sahabe kanalıyla öğrenmiştir. Bu sebeple Sahabe’nin İslâm ilim tarihinde olduğu kadar, iman, amel, edep, zühd , vera , takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardır.

Onlardan sonra gelen kuşağa Tabiun denir. Bu kuşak da Sahabe’nin dizinin dibinde yetişmiş, imanı, ilmi ve ameli onlardan almıştır. Bu kuşağa Tabiun (izleyenle r, tabi olanlar) denmesini n sebebi, Sahabe’ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir.

Sahabe’nin önemi, Kur’an’da hayırla yad edilmiş olmaları, Hz . Peygamber s.a.v.’in yaşantısının ilk ve en önemli temsilcil eri olmaları hasebiyle İslâm’ı en doğru şekilde anlayıp yaşamanın kıstası olmaları… gibi hususlard an kaynaklan maktadır. Tabiun’un önemi ise temelde şu iki noktaya dayanmakt adır:

1. İslâm’ı, Sahabe kuşağından, yani en doğru şekilde anlayıp yaşamış olan kuşaktan öğrenmiş olmaları.

2. Sahabe zamanında rastlanma yan, sonradan karşılaşılmış yabancı birçok fikir akımı, kültür ve inanç şekliyle ilk defa onların muhatap olması.

Başta felsefî akımlar ve Mu’tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid’at fırkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde İslâm toplumuna girmiş ve önemli fikrî ve akidevî sarsıntılara sebebiyet vermiştir.

İşte Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akımlarla mücadele ederek Sahabe’den devralınan sahih İslâm anlayışının zedelenme den yaşamasına ve gelecek nesillere aktarılmasına sebep olmuş ve çok büyük hizmette bulunmuşlardır. Dolayısıyla İslâm’ın özüne yabancı her türlü cereyan karşısında nasıl bir tavır takınacağımızı, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyi z.

Tabiun dönemi, aynı zamanda fıkhî mezhepler in temelleri nin atıldığı ve müstakil mezhepler in ortaya çıktığı dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yaşamış olan Hasan-ı Basrî , Süfyan -ı Sevrî , İbrahim en- Nehaî , Şa’bî … gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebini n imamı Ebû Hanîfe de bu kuşağa mensuptu. (Allah hepsinden razı olsun)

Tabiun’dan sonra gelerek onlara öğrencilik etmiş olan kuşağa da Tebe -i Tabiîn veya Etbau’t -Tabiîn (Tabiun neslini izleyenle r) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslaşmanın ya şandığı, hadis-i şeriflerin yaygın olarak müstakil kitaplard a toplandığı, itikadî ve fıkhî mezhepler in iyice yerleşip müesseseleştiği bir zaman dilimidir .

Kısaca tanıttığımız bu üç nesil, gerek Kur’an ve Sünnet’te övgüye mahzar olmaları, gerekse sahih İslâm anlayışının bize kadar kesintisi z olarak gelmesind e kilit rol üstlenmiştir. Bu sebeple, daha sonraki asırlarda devamlı olarak merkezî bir yer tutmuş ve adeta doğru-yanlış ayrımının ölçüsü olarak algılanmıştır.

Tarih boyunca İslâm toplumlarında ne zaman bir sarsılma, gevşeme ve bozulma görülmüşse, bu üç neslin temsil ettiği İslâm anlayışına dönüş gayretler i sayesinde toparlanm a olmuş ve doğru çizgi muhafaza edilmiştir.

Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, İslâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktası ve ölçü olmuştur.

Selefîlik nedir?

Selefilik, İslâm’ı, yukarıda tanıttığımız Selef-i Salihîn’in anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşama iddiasının vücut verdiği bir akımdır. İlk defa Mısır’da Cemaleddi n Efganî ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan “ İslâmî ıslah” hareketi, daha sonra Selefîlik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir.

Aşağı yukarı aynı dönemde bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendir en Muhammed b. Abdilvehh ab’ın yürüttüğü “ Vahhabîlik ” hareketin e de daha sonra Selefîlik denmiştir.

Bu iki hareket arasında temelde önemli farklılıklar bulunmama kla birlikte, söz konusu iki akım şu noktalard a birbirler inden ayrılır:

1. İtikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezhepler ini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet’in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu’l -Hasan el- Eş’arî Vahhabîler’e göre, saf İslâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve aklı nakle (ayet ve hadislere) hakem kılmak suretiyle bulandırmışlardır. Özellikle müteşabih [2] ayet ve hadisleri n Allah Tealâ’nın şanına ve yüceliğine uygun olarak tevil edilmesin e şiddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da aynı şiddetle karşı çıkarlar.

Efganî - Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerin in kullandığı metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantık ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve müteşabih ayet ve hadisleri n, Allah Tealâ ile mahlukat arasında benzerlik kurulmama sı için tevil edilmesi taraftarıdır.

2. Vahhabîler, fıkhî mezhep olarak İbn Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l -Kayyım’ın çizgisini izler. Diğer mezhepler i ise istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele … gibi delillere yer verdikler i için bid’atçilikle itham ederler.

Efganî - Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiye ti reddedere k, bütün fıkhî mezhepler i birleştirme eğilimindedir.

Aralarındaki ihtilafla rı kısaca zikrettiğimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklaşarak “Selefî” diye anılmışlardır. Ortaya çıkış döneminden günümüze doğru ilerledikçe, Selefîlik akımının içine başka görüşler de katılmıştır. Dolayısıyla “ Selefîlik ” dendiği zaman akla her ferdinin aynı şekilde düşündüğü homojen bir gruptan ziyade, aşağıda zikredeceğimiz görüşleri benimseye n kozmopoli t bir kitle gelmekted ir.

Selefîlerin görüşleri

Müteşabih ayet ve hadislerl e ilgili görüşleri:

Selefîliğin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lugat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir.

Buna göre Kur’an’da ve hadislerd e Allah Tealâ hakkında zikredile n “el, yüz, gelme, oturma, inme, Arş’a istiva etme, gazaplanm a , gülme…” gibi sıfatlar, mahlukat hakkında ne ifade ederse, Selefîler’e göre Allah Tealâ hakkında da aynı şeyi ifade eder.

Oysa Kur’an’da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ’nın bu gibi sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmen in doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Her ilim dalında, o sahanın mütehassıslarının söylediklerine itibar edileceği açıktır. Bu gerçekten hareketle tefsir sahasında müfessirler, hadis sahasında muhaddisl er , fıkıh sahasında fukaha ve akaid sahasında kelâm/ akaid alimleri ne demişse ona itibar edilir. Ömrünü fıkıh ilminin meseleler ine vakfetmiş bir kimsenin akaid alanında söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi değerlendirilmez. Yahut yıllarını tefsir alanında çalışarak geçirmiş bir alimin, hadis ilminin derinlik ve incelikle rini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmem elidir.

Tasavvuf hakkındaki görüşleri:

İslâm dünyasının bazı yerlerind e tasavvuf adı altında sergilene n birtakım yanlış anlayı ş, Selefîler’in tasavvufu n özüne düşmanlık beslemesi ne gerekçe teşkil etmiştir. Oysa Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’ten asla ayrı düşünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batınîlik, Hurûfîlik gibi sapık cereyanla rdan uzaktır. Ehl -i Sünnet çizginin muhafazasında ve yayılmasında son derece büyük katkıları bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanların kalbî ve ruhî hayatının inkişafında, ahlâkın güzelleştirilmesinde ve erdemli fertlerin yetişmesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemiş ve tamamen onlara uymuştur. Gerek itikadî , gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüşleri ortadadır.

Taklid hakkındaki görüşleri:

Bir kısım Selefîler, fıkhî meseleler de herhangi bir müçtehid imamın taklid edilmesin e de şiddetle karşı çıkarak, bunun da kişiyi şirke ve küfre götüreceğini iddia ederler. Bu iddialarını ispat için de birtakım ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.

Oysa bu ayet ve hadislere yakından bakıldığında taklidin haramlığı iddiasına uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikle ri görülür. Tıpkı tevessül konusunda olduğu gibi, taklidin haramlığı konusunda da bu ümmetin tatbikatı Selefîler’in iddialarının geçersiz olduğunu gösteren en büyük delildir.

Hadis alimleri arasında ittifakla dile getirilen bir husus vardır: Hadisleri n sahih, hasen veya zayıf olduğu konusunda hadis alimleri tarafından verilen hükümler, onların kendi içtihadlarının sonucudur . Dolayısıyla onlardan sonra gelen ve onların kitaplarında yer alan hadisleri delil kabul edenler, onların bu hadisleri n sıhhati konusunda ki içtihadlarını taklid etmiş olmaktadırlar.

Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz , bin üçyüz sene önce yaşamış hadis ravilerin in ahvalini ve durumlarını bilmemizi n bir tek yolu vardır. O da hadis alimlerin in bu konudaki görüşlerini bize nakleden kitaplara başvurmaktır. Şu halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadığı yolundaki değerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerin in içtihadına dayanmakt adır ve bu da tamamıyla bir “ taklid”dir . Her hususta Selef’e tabi olduklarını iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerin i taklid eden birer “ mukallid”dir .

Eğer herhangi bir alimin bir görüşünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu haramı Selefîler de işlemektedir. Eğer hadis alimlerin in hadisleri n sıhhati-zaafı konusunda ki kanaatler ini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamların fıkhî konularda ki içtihadlarını taklid etmek niçin haram olsun?

Kıyas konusunda ki görüşleri:

Günümüzde Selefîler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer’î bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, “Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek” olduğunu söyleyenler mevcuttur .

Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur’an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerd e zikredilm iş olması mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder.

Şu halde hükmü Kur’an ve Sünnet’te zikredilm eyen olaylar hakkında yapılabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkında İslâm’ın herhangi bir hükmünün ve açıklamasının olmadığını söylemek, ya da karşılaştığımız olayın bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkında Kur’an ve Sünnet’te yer alan bir hükmü, aralarındaki benzerlik dolayısıyla yeni olaya da tatbik etmek.

Bu seçeneklerden ilkinin doğru olduğunu söylemek, İslâm’ın evrensel olduğunu, bütün zaman ve mekânların problemle rine çözüm getirme özelliğini haiz bulunduğunu inkâr etmek demektir.

Kıyas’ı inkâr eden İbn Hazm , bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir “İslâm alimi”ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur’an ve Sünnet’de domuz etinin haram olduğu zikredilm iştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur’an’da , ne de Sünnet’te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm , domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir.

İşte kıyasın reddedilm esi sonucunda varılacak komik nokta budur.

Ehl-i Sünnet ne diyor?

Her ne kadar Selefîler, yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerinde Selef-i Salihîn’i örnek aldıklarını söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia olduğunu söylemek durumunda yız. Esasında mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretler i de Selef’tendir ve onun gerek itikadî , gerekse fıkhî görüşlerini benimseme k, gerçek Selefîliktir . Bu söylediğimiz diğer büyük imamlar için de söz konusudur .

Ebu’l -Muzaffer el- İsferâînî , Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettik ten sonra şöyle der:

“ Bilmi ş ol ki, Fırka-i Naciye’nin (kurtuluşa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettiğimiz bütün bu hususlar, imanın sıhhati babında bilinmesi gereken hususlardır. (…)

“ Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadı olarak zikrettiğimiz hususların hiç birisi hakkında Şafi’î ile Ebu Hanîfe ; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Sadece bu iki imam değil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b. Sa’d , Ahmed b. Hanbel , Süfyan es- Sevrî , Süfyân b. Uyeyne , Yahya b. Maîn , İshak b. Rahuye , Muhammed b. İshak el- Hanzalî , Muhammed b. Eslem et- Tûsî , Yahya b. Yahya en- Nisaburî , Hüseyin b. Fadl el- Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl , Ebu Sevr ve Hicaz, Şam, Irak imamları, Horasan ve Maveraunn ehir imamları gibi Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis’in tümü ile onlardan önce yaşamış olan Sahabe, Tabiun ve Etbau’t -Tabiîn de bütün bu konularda görüş birliği içindedir. Bu iki fırka ( Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis) arasında bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadığını tahkik etmek isteyenle r, Ebu Hanîfe’nin Kelâm sahasında yazdığı Kitabu’l -Âlim ( ve’l - Müte’allim )’e, el- Fıkhu’l - Ekber’e (…) ve Osman el- Bettî’ye yazdığı (…) el- Vasıyye’sine baksın. Keza Şafiî’nin yazdığı eserlere baksın. Bu ikisinin mezhebi arasında herhangi bir farklılık bulamayac aktır.

“Bütün bu imamlarda n, burada zikrettiğimiz hususlar ile çelişik olarak nakledile n görüşlerin tümü, bid’atçilerin , kendi mezhepler ini güzel ve doğru göstermek için uydurduğu yalanlardır. (…) Bu kimseler, Ehl -i Sünnet’in kılıçlarından korktukla rı için kendi habis akideleri ni ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe’ye nisbet etmiş ve onun arkasına gizlenmişlerdir….” (et- Tabsîr fi’d -Dîn, s. 113-114)

Bu ifadeler bize şunu göstermektedir: Selefîler’in “Selef” anlayışı ile gerçek Selef arasında büyük farklılık var. Dolayısıyla adına Selefîlik denen akım, her ne kadar Selef’in anlayış ve uygulamal arını esas aldığını söylüyorsa da, aslında Selef’in anlayış ve uygulamal arıyla bağdaştırılması hayli zor olan fikirler benimsemiştir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne “ Ehl -i Sünnet-i Hâssa” dediğimiz Selef’te, ne de “ Ehl -i Sünnet-i Âmme” dediğimiz Halef’te görülür.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafinda n rivayet edilmisti r.

[2] “Allah Teala’nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanm asi , Ars’a istiva etmesi…” gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlari n zikredild igi ayet ve hadisler.

Kaynak:Semerkand Dergisi

EBUBEKİR SİFİL

SELEFİLİK İTİKADI

http://www.mumsema.org/diger-mezhepler/229169-selefilige-bakis.html

Selefîlik İslam düşünce tarihinde önemli bir akımdır. Akıl-nakil ilişkisi çerçevesinde oluşmuş iki köklü ekolden biri selefîliktir.
Selef kelimesi, şimdikine nazaran daha önce yaşamış, gelip geçmiş önceki kuşakları ifade eder. Selefin zıddı 'halef'tir. Halef, sonra gelen, bir kimsenin ardılı demektir.
İslam düşünce tarihinde 'selefiye' adı geçmişte ve günümüzde kullanılmakla beraber, aslında bu isimde muayyen bir mezhep yoktur. Nasıl ki 're'yciler' adında muayyen bir mezhep olmayıp, re'yci mezhepler varsa, selefiye (selefîlik) de, bir mezhepten daha genel olarak bir yöntem, yaklaşım tarzı ve anlayıştır.
Selefiye, Kur'an ve hadisle birlikte, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn nesilleri nin söz ve davranışlarını kudsiyet mertebesi nde benimseye n; nassı ve nakli dinî bir dokunulma zlık (masuniyet) seviyesin e yükselten, nakli yüce ve mübarek bir bilgi kaynağı olarak yüceltip, mutlak surette hâkim sayan, nassa itiraz ve muhalefet etmeyi, tenkid ve tevil yapmayı kesinlikl e kabul etmeyen anlayıştır. Daha da daraltılmış bir ifadeyle, sahabe ve tâbiîn mezhebi üzerinde bulunduğunu ileri süren fakîh ve hadisçilerin yoluna selefiye denmekted ir.
İslam düşünce geleneğinde, 'ehl-i sünnet' 'hâssa' ve 'âmme' (özel ve genel) diye ikiye ayrılagelmiştir. Maturîdiyye ve Eş'ariyye mezhepler i 'ehl-i sünnet-i âmme' sayılmaktadır. Bu iki mezhebin, hakkında meşhur bir nass (ayet ve hadis) bulunmaya n, sahabe ve tâbiînin üzerinde ittifak ettikleri açıkça bilinmeye n bazı kelamî meseleler e daldıkları kabul edilmekte dir. Bu iki mezhep, bazı hatalar yapmış olsa da yine tevhid ehli sayılmışlardır. Ehl-i sünnet-i hâssa olarak ise, selefiye ekolü kastedilm ektedir. Çünkü selefiyen in, hakkında meşhur bir nass olmayan, sahabe ve tabiînin de ittifak etmişliği bilinmeye n meseleler e dalmayıp, sünnetin kemali üzere hareket eden tevhid ehli bir zümre olduğu kabul edilmiştir. Ehli sünneti hâssaya zamanla selefiye yerine Hanbelî mezhebi de denmiştir. Selefiyey e eseriye, ehli hadis, sıfatiye ve isbâtiye gibi isimler de verilmiştir.
Selefîlik hicri üçüncü yüzyılın başlarında teşekkül etmeye başlamış ve bazı aşamalardan geçmiştir. Selefîliğin ilk aşamasına 'eski selefîler' (mütekaddimûn) denmekted ir. 'İcmal devri' de denilen bu ilk dönem, Mutezile, Mürcie, Şia ve Hariciler in dışında kalan, sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn yolunu benimseye n, bid'at saydıkları Cehmiye, Mutezile ve Kaderiye'nin yeni yorumlarını toptan (icmalen) reddeden hadisçi ve fukahânın benimsediği mezheptir . 'Eski selefîler' kendi içinde iki gruba ayrılmaktadır. İlki, henüz Eş'arî ve Maturîdî mezhepler i zuhur etmeden önceki selefîler olup, bu dönemde ehli sünnetin tamamına 'selef mezhebi' denmektey di. Eş'arî ve Maturîdî mezhepler i teşekkül ettikten sonra, onlardan ayrışan sünnîlere selef adı verilmişti ki, bu da, 'icmal devri'nin ikinci dönemi sayılmaktadır.
Mamer b. Raşid (ö.770), Evzaî (ö.774), Sufyan es-Sevrî (ö.778), Malik b. Enes (ö.795), Sufyan b. Uyeyne (ö.814), önde gelen bazı selefî âlimlerdir. Hanefî, Şafî ve Malikî mezhepler inin ilk âlimleri de selefden sayılmışlardır. Fakat bilhassa Ebu Hanife belki sözcük anlamıyla 'selef' sayılsa da, 'selefî' olmadığı kesindir.
Kuşkusuz selefiye denince akla, selefiyen in îtikaddaki imamı olarak bilinen, Hanbelî mezhebini n kurucusu Ahmed İbni Hanbel (ö.241/855) gelir. Musned türünde bir hadis kitabı tedvin etmiş olan İbni Hanbel, Bağdat'ta yaşamış, Kur'an'ı hıfzetmiş, hadis rivayeti ve fıkıh alanında tedrisat yapmıştır. Abbasî hükümdarları tarafından, "Kur'an mahlûktur" görüşünü kabul etmeye zorlanmış, kabul etmediği için işkenceler görmüş, öğrenci okutmakta n, halkın arasında bulunmakt an men edilmiştir. Kısacası, fikirleri nin çilesini çekmiş bir insandır. Ahmed İbni Hanbel Kitap ve sünneti delil olarak alır, sahabenin icmaını kabul eder, kıyasa ise hemen hemen hiç başvurmazdı. İtikadî konularda akla yer vermezdi. Çünkü aklın dalalete sevk edebileceğine inanırdı. Ona göre Allah'ın sıfatları konusunda tartışmaya girmek doğru değildi.
Selefiyen in ikinci dönemi, 'sonraki selefîler' (müteahhirûn) olup, bu döneme tafsil devri de denmekted ir. İbni Teymiyye (ö.1328) tarafından başlatılıp, öğrencisi İbni Kayyım el-Cevziyye (ö.1350) tarafından sürdürülen hareket, geniş ölçüde eski selefîleri takip etmiştir. İbni Teymiyye Ahmed b. Hanbel'den beş asır kadar sonra yaşamış, onun sıkı bir takipçisidir. Öncekilerin, dalmayı uygun bulmadıkları için icmalen zikrettik leri konular bunlar tarafından tafsilatlı olarak işlenmiş, böylece selefîlik sistemleşmiştir. Ne var ki, bu sonraki selefîliğin hızını, güçlenen sünnî kelam ve tasavvuf hareketi kesmiştir.
Bugün Vahhabîlik olarak bilinen akımın kurucusu Muhammed b. Abdülvehhab (ö.1792), İbni Hanbel-İbni Teymiyye çizgisinin bir devamıdır. Ne var ki, Muhammed b. Abdülvehhab, İbni Teymiyye'nin ictihad canlılığını almamış, tutuk bir İbni Teymiyyec ilikle yetinmiş, basit bir selefî hareket olarak kalmıştır. Muasır bir düşünürün deyimiyle, İbni Teymiyye'yi ezberlemiş fakat ezberini bir adım ileriye götürememiştir. Yine de Vahhabîlik, Senusîlik gibi bazı hareketle ri etkilemiştir
Selefiyen in üçüncü dönemi, yeni selefiye hareketid ir. Mısır'da Kavalalı M. Ali Paşa, İstanbul'da Tanzimat Fermanı ile başlayan batı tesirleri yle uyanan bazı Müslümanlar, gelenekse l kelam ve tasavvuf ekollerin in Müslümanların derdine derman olamayacağı düşüncesinden hareketle yeni bir selefiye anlayışı geliştirmişlerdir. Cemaleddi n Afganî (ö.1897), Muhammed Abduh (ö.1905), Reşid Rızâ (1935), Muhammed İkbal (ö.1938) Mustafa Meraği, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Mevdudî, Nedevî, Mustafa Sibai, Muhammed Ebu Zehra, Yusuf Kardavî gibi düşünür ve âlimler 'yeni selefiye'den sayılmaktadır. Mehmed Akif, Kâmil Miras ve Ahmed Naim mutedil selefiyen in Türkiye'den birkaç temsilcis idir. Yeni selefîler akla, ilme ve teknik gelişmelere çok önem verirler. Önceki selefîleri aşan bazı yorumları vardır. Reşid Rızâ bunun en tipik örneğidir. Yeni selefîler, muhalifle ri tarafından mezhepsiz, modernist, din tahripçisi gibi ithamlara maruz kalmışlardır.



SELEFİLİK İTİKADI 4. BÖLÜM SONU
« Son Düzenleme: Şubat 20, 2015, 08:43:51 ÖÖ Gönderen: admin » Logged
Sayfa: [1]
 
Gitmek istediğiniz yer:  

Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2008, Simple Machines
LinkBacks Enabled by LordReco | FoRuMBoL Themes